Ben de Sayısız Kumların İçinden Sadece Bir Kum Tanesi miyim?     

3

Gün, hakikatin peşinde; bir doğup, bir batmakta. Nereden geliyor, nereye gidiyor diye kimseler sormuyor. Çünkü yüksek fikirlerin ele alındığı sorular, cevaplar yorucu geliyor. Bir şehir: Kalabalık. Kesret sokaklarında gittikçe adımlar çoğalıyor… Manaları yitik sözler dökülüyor durmadan. “Tevhid”in hakikatinden uzak gözler, boşluklara cam bilyeler gibi düşüyor. 

Gün doğumları ve gün batımları yolun başı ve sonu gibidir. Başında hayal ve umut; heyecan yoğun. Sonunda ya zafer var ya hüsran. Ancak ikisinin de varlığa düşen akisleri, güzelliğin doruğundadır. Ne yazık ki şehrin insanı bu manzaralardan nasibini alamıyor. Çünkü ya uykudadır ya yollarda telaş içinde. Yaşam denilen fırtına her yeri öylesine kaplamıştır ki… Ne gökyüzündeki yıldızları görebiliyor ne gözlerdeki ve ne de dudak kıvrımlarındaki. Gün anlamını yitirdikçe gülücükler eksiliyor gölgelerde. 

‘Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini gösteren nice deliller vardır ki insanlar yanından geçip gittikleri halde yüzlerini çevirdiklerinden farkına varmazlar.’

Yusuf / 105

Kendi hakikatini bilmeyen, “Vahdet”in hakikatini nerden bilecek? Bilse ne farklı olurdu nazarında her şey. Şekilden manaya inebilse her andan, her yerden, derinlerden nice güzelliğin fışkırdığını fark edecek. İşte bu fark ediş, hakikatin ışığıdır. Bir güneş gibi ışıyor gözler önünde; ama çoğu görmüyor.

Günlerden bir gün: Bir “Güzel”in namı yayılıyor şehirde. Sarayının güzelliği dilden dile dolaşıyor. Herkes kendince bir şeyler anlatıyor. Hayaller, düşler sarıyor odaları.

Bir tek “Nefis” habersiz çevresinden. Başka bir sevdanın etrafında dolanıp durmakta. Adı “Heva”dır sevdiğinin. Güzel’den söz edilmeye başlanıldı mı, nefis sadece Heva1 diyor, başka bir şey demiyor. Güzel kimmiş, neredeymiş? Aldırmıyor.

‘Öyleyse, ona inanmayıp kendi hevasına uyan, sakın seni ondan alıkoymasın; sonra yıkıma uğrarsın.’

Taha / 16

“Akıl”da duyuyor Güzel’i. Hakkında yazılan ne varsa okuyor. Ne konuşulursa dinliyor. Kimdir? Nerededir? Öğrenmeye çalışıyor. Nereye gitse onunla, neye baksa onunla. Ancak Güzel’in sarayının çok uzaklarda olduğunu duyunca ümidi kırılıyor. Varmak için arada geçilmesi gereken bir çöl vardır. Akıl zannediyor ki hakikat, varılacak menzildir. Oysa hakikat, atılan her adımın yürekteki teridir. Bilmiyor ki hakikatle uyandığında “Güzel” de onu kendine çekecek, yolu kolaylaştıracaktır.

Düşünceler sarıyor her yanını: Nasıl gidecektir? Ne yiyecek ne içecektir o uzun yolda? Yolun zorluğu ve arkasında bırakacakları bırakmıyor yakasını. Bilmediği yerlerde kaybolma korkusu sarıyor içini. Çölün ıssızlığı, vahşiliği ve bilinmezliği derken ilk adımını atamıyor bir türlü.  

Yolcunun yola çıkması menzile olan hasretine bağlı. Yoksa yoldan dönmek de var. Güzellik ab-ı hayatıdır hayatın. Ancak akıl anlıyor ki ona varmak Kaf Dağı’na varmak kadar zordur. İçindeki bu karmaşayı, yaşadıklarını paylaşabilmek için “Kalb”e gidiyor ve anlatıyor bildiklerini. O diyarla ilgili topladığı ne varsa; yazıları, resimleri gösteriyor. 

‘İşte bu (Kur’an), kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak bir tek Tanrı olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir.’

İbrahim / 52

Kalp dinliyor okunanları; gösterilenlere bakıyor. Baktıkça bakıyor. Baktıkça kendinden geçiyor. Her kelimeyle, her resimle adeta içinden “Güzel”e bir yol döşeniyor. Hayretinden vuslat kıvılcımları serpiliyor her yanına. Derinlerde bir ateş sıcaklığı… Gaybî rüzgârlara açıyor sinesini. Ne yolun uzaklığı ne aşılacak çöl tedirginliği… Sadece ulaşmak, sadece görmek arzusu. Düşünmek, adım atmaktır kalbe göre. Vakit kaybetmeden seher vakti çıkmalıdır yola.

Vedalaşırken, aklın ellerinden çekerken ellerini: 

.Arkadaşım diyor. Sen anlattın; yola düşen benim. Sen gösterdin; aşık olan benim. Bu yolculuk ikimizin de. Bekle beni.

Ancak takıldığı şu soruyu bir türlü soramıyor arkadaşına: Bunca şeyi bilmek ve gayret gösterememek… Neden?

.Bekleyeceğim seni diyor akıl. Sen olmasan ben göremem. Çünkü sen benim ufuklar ötesini gören gözlerimsin. Sen olmasan ben kururum. Çünkü sen sevdikçe suları çoğalan kaynağımsın. 

Vücutta bir et parçası vardır. O sağlamsa, bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir.

Hadis

Gerçek bilginin kaynağının kalp olduğunu çok iyi bilen akıl, sözlerine şunları da ekliyor: 

Öyle bir su ara ki, damlası, içtikçe dirilten pınar olsun.
Öyle bir mektup yaz ki kumlara, her harfi o Güzel’le var olsun. 

Seher gülünün renklerine bürünen zaman, yol olup döşeniyor kalbe. Yol aldıkça binalar azalıyor. İnsanlar azalıyor. Ağaçlar, börtü böcek azalıyor. İyice ıssızlaşıyor etrafı. Nerededir onca insan, onca bahçe, ağaç, kuş sesleri? Ama ne gam… Adımları hızlandıkça içindeki heyecan daha fazla kaynamaya başlıyor. Her ateş, adımlarına gayret. Yüzünde ta içine işleyen bambaşka bir esinti… Oysa gözlerinde yansıyan, kavuran bir çölün kızgın parlaklığıdır. 

Ruha üflenen sırda gizli olan bir âlemdir çöl. Bilinmez, anlatılır. Görülmez, hissedilir. Kalp henüz bilmiyor hiçbirini. Bilmesi için bir “Leyla” lazımdır. Gün de o “Leyla”yı bulma zamanıdır. Kalp nefsin ve aklın yapamadığını yapma gayretinde adım atıyor çöle.

Görüntü ile hissettikleri arasındaki zıtlık, hiç yaşamadığı bir şeydir kalbin. Nitekim gittikçe çölde değil de bir hayret âleminde yol aldığını anlamaya başlayacaktır. İçinde hasret ateşi, yüzünde çölün kavuruculuğu, gözleri Güzel’e meftun; sadece yol alıyor. Ne bir ses ne bir şekil. Adımlarında kumların ezilen sesi. Yürüyor da yürüyor…

Dakikalar… Saatler… Ne kadar zaman geçmiş? Sırtını veriyor çöle. Kendinden geçmenin sınırında geceye dalıyor gözleri. Gök mü alçalıyor? Yer mi yükseliyor? Her şey ne kadar farklıdır daha önce seyrettiklerinden. Nefesi içindeki âlemde yankılanmaya başlıyor. Kelimeler dökülüyor kumlara. Kalbin kelimeleri madde değil, nurdan. Anlamını yücelerden aldığını fark etmiş midir? Aynı güneş ışıkları gibi nice değişik dillere bürüneceğini, nice başka kalplere süzüleceğini anlamak için belki de böyle sihirli bir âlem gerekiyordu. Çöl sükûnetinin sırrında varlıktan varlığa, ruhtan ruha bir alışverişin bereketi gittikçe geceyi sarmaya başlıyor.  

Göz kapakları kapanıyor kalbin. Ama uyuyan, sadece gözleridir. Kendisi ise ayrı ayrı renklere bezenmiş âlemlerle dönmektedir… Nasıl bir haldir bu? Dönüyor da dönüyor. Sanki varlığı kendisine ait değil. Başka bir varlık vardır da onun ellerinde dönüyor gibi. Bir an soğuk bir dalga. Sürüklenmeye başlıyor bir yerlere. Hemen uyanıyor. Çölün bu yüzü, ne kadar buz gibidir. 

Gecenin soğuğu, günün sıcağı derken zaman geçiyor… Günler dermanından ala ala geçiyor. Saatler teninde kabuk ola ola geçiyor. Fakat nereden geliyor bunca gayreti? Bu âlemde her şey ne kadar başkadır?  Dalıyor uzaklara. Gördüğü, yokluk hissi veren ve bir yerlere uzanan bir çöl… Ama hissettikleri hiç de öyle değildir. Hayatına giren bu yepyeni esrarengiz yüze dönerek sesleniyor:

.Nedir sırrın ey çöl? Önce hasret, sonra vuslat tutkusu. Tenim kavrulurken canım nereden serinler? Bedenim açlıktan kıvranırken bu can nereden beslenir? Nedir yaralarıma merhem olan sırrın? Dudaklarıma dokunuyorum; kupkuru; ama sinemde bir pınar kıpırtısı. Kirpiklerim kum içinde; ama nazarımda açılan goncaların hışırtısı. Bu nasıl bir âlemdir ey çöl? Başka… bambaşka bir âlem…  Belki de hep vardı da onca kalabalığın içinde ben mi fark edemedim?    

Bir ses hissediyor derinlerden, duymaktan öte:

.Bende anlam; derinlere dokunmanın, orada doğmanın adı. Unuttun mu Mecnun’un Leyla… Leyla… feryadını? Ey kalp! Membaını aşktan alan sen, bir ummansan o vakit bende her gece dalyanlar çekilir, mananın döşendiği kumlardan. Zamanı kolla ve dalyanlardan topla yol azığını. Çünkü “Güzel”e varman için daha çok yolun var.

Mecnun’san dilin, nefesin, hislerin; her şeyin Leyla’yı söylemeli. Gayretin, şevkin hep onu dilemeli. Ayakların, her adımın ona götürmeli. Zaman geçtikçe benim rengime bürüneceksin. Bunu anladığında şuna dikkat et! Çölleşen varlığında bir vaha bulursan bil ki; o vaha senin hakikatindir.

Kalp bu hissettikleriyle hayretten hayrete geçiyor. Hiç bilmediği şeylerdir bunlar. Öğreneceği ne çok şey, soracağı ne çok soru vardır.

.Onun için mi çöl! Varlığından nice anlam üretiyorsun. Onun için mi senin sükûnetinde huzur buluyorum?

.Ne güzel anladın… Burada kalkmak istemediğin rahat döşekler yok. Telaş telaşa koşacağın işler; hatta kıyaslayacağın hiçbir şey… Neyi görüyorsan hep yalınlığın renginde. Her şey sadece kendi hakikatini, dünyaya getiriliş gayesini anlatır. Bu dünyada varlığın tadından sarhoş olmak da yok. Her şey yokluk tadındadır. Seni alıkoyabilecek bir şey göremezsin. Neden nefis aldırmadı sence bu yolculuğa? Çünkü nefsin hevasına dar gelir buraları. Bak, gökyüzü tüm çekimiyle gözlerinin önünde. Seyretmeni, onda kaybolmanı engelleyecek hiçbir perde yok. Burada “kesret” sokakları yok. Her yer alabildiğine sadece “vahdet”e uzanır. Bu nedenle gözünü ondan alamıyorsun. 

Bu âlemde her kum tanesi kendinden öte olanı, yaradılışını sana anlattıkça onları düşüneceğin çok gecelerin olacak. Her bir gece, daha önce görmediğin ne cevherler çıkartacak kendinden. Yanlış tanıdığın sinemde kendi içine dönmeyi de öğreneceksin. Define kokusunu onu candan arayan tanır. Ben yokluğun diliyim. Ama kelimelerim “var”ı yazar. Ben bağrında defineler saklayan harabeyim. Suretten manaya geçebilecek hünerini göster bakalım. 

Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûn olmadan.
Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pürnûr olmadan.2

Şemseddin Sivâsî 3                                                                 

Çöl, içinde oluşan hallerin etkisiyle anlattıkça anlatıyor:

.Kim varsa karşında, elinde ne tutuyorsan değerini fark etmeye başlayacaksın. Bu değerbilirlik Yaratan’a götürecek seni. “Bir şey kendisinden ötürü değil, Yaradan yaratmış olduğu için değerlidir.” İşte sana anlatmak istediğim de bu hakikat. 

Unutma! Çöl olmak nefsin dalgalarından uzak yaşamak demek. Kalp olmak da nice susuzlara vaha olmak. Sen ve ben. Nice keşiflere nice kapılar açabiliriz birleşen ellerimizle. 

Çölü dinledikçe daha önce yaşamadığı hisler süzülüyor kalbin zerrelerine. Varlık kabuğu çatlarken başka bir varlığın farkındalığı biçimleniyor içinde. Baktıkça muhteşem bir nizamın kurulu düzeninde benliği erimeye başlıyor. Kendinden azaldıkça bir yerlerde çoğaldığını hissediyor. 

Nasıl olur bunlar, diyemiyor. Bilemiyor; ama çoğalmaktadır. İçinden kaynayanların, bakışlarından çözülenlerin başka bir anlamı var mıdır? Kalp; gözleri göklerde, teni çölde erirken biliyor ki çoğalmaktır bu. Sayılara vurulmayan, artılarla anlaşılmayan; ancak damlaların eridiği derya çoğalmasıdır. Artık gittikçe çoğalan nazarları, çoğalan duyguları vardır ve varacağı âlemde kendisine gerekecek yeşeren sırları…  

Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve teslime açar.

En’âm / 125

Allah kimin göğsünü İslâm için yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? 

Zümer / 22

Sanki bildiği ve bilmediği ne varsa hepsini yutacak gibidir. Sanki her varlığı saracak kadar genişlemektedir. Durmadan içine akan bir “nur” ırmağının sularıyla yıkandıkça yıkanıyor. Nereye baksa aydınlık. Nereye uzansa elleri, mesafeleri tutacak gibi. 

Abdullah b. Mes’ûd’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: 

Rasulullah (s.a.v.) ‘Allah her kime hidayet etmek dilerse onun göğsünü İslâm’a açar.’ En’âm / 125. ayetini) okudu.

Sahabeler: 

.Ya Rasulullah! Bu açma nedir? dediler.

(Rasulullah) şöyle buyurdu: 

.Kalbe atılan bir nurdur ki kalp ona karşı genişler.

.Bunun kendisiyle bilinebilecek bir alameti var mı? dendi. 

Rasulullah: 

.Evet! buyurdu.

.O (alamet) nedir? dendi. 

.Ebediyyet yurduna yöneliş, aldanma yurdundan uzaklaşmak, ölümle karşılaşmadan ölüm için hazırlanmaktır.

Ebediyyet yurduna yöneliş “Güzel”e yaklaşmaktı. Kalp bunu anlar anlamaz içten içe titrediğini hissediyor. Bu çölde her şey ne kadar da birbirine benziyordu? Aynı renkte sayısız kum taneleri… Hepsi sanki bir parmak olmuş da yüceleri işaret ederek kendisine şöyle diyorlar:

.Bizler basit, birbirine benzeyen zerreleriz. Çokluğumuz yanıltmasın seni. Ne kadar bakarsan bak; biz hep buyuz. Sen “farklı olan”a çevir gözünü. Bize benzemeyene yönel. Bizler yokluğun “Tek Varlık”a ayna olan sır taneleriyiz.

Kendin mi olmak istersin bu âlemde? Düşün… Boyun, ağırlığın; kendince çizgilerin mi olsun?    Sana bakan sadece seni mi görsün? Bu sonsuzluğa karşı bir nokta olan ömürde sadece seni mi sevsin? Yoksa bizler gibi olmayı mı?   

.Nasıl diyor kalp. Nasıl sizler gibi olmak?

.Ne görüyorsun burada? Kum tanelerini. Bir de güneşe doğru çırpınan hava zerrelerini. Zerreler göğe doğru, biz kumlarsa rüzgâra doğru savruluyoruz ve varmak istediğin “Güzel”e işaret ediyoruz. 

Ya sen kalp! Sen yaşadığın şehrin kalabalığında hiç böylesine baktın mı gökyüzüne? Sen şehrin renklerinden sıyrılıp hiç dinledin mi kendini? Ama burada istediğin kadar bak yücelere. Dinle kendini. Bak ve dinle. Sonra bu iki amelin birleşince gerçek saadeti tattığını fark edeceksin.

Onlara, ufuklarda ve nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun.

Fussilet / 53

.Evet. Daha önce böylesine bakmadım diye karşılık veriyor kalp. Neden daha önce böylesine tutulmadı gözlerim bu güzelliklere? Kesretin aklı alan görüntüsü, gürültüsü köreltirmiş hayreti. Hayretteki şevki, heyecanı, gayreti. Yazık! Boşluğa yuvarlanan saatlerime… günlerime…

Her adımda hayret, her adımda ayrı heyecan… Artık gittikçe takati tükenmektedir kalbin. Ama susuz dudaklarının sızısına, açlığına rağmen hep adım atma gayretindedir. Ayakları ağırlaştıkça varlığının derinlerinden kanatlandığını hissetmeye, ilerledikçe derinlerden bir şeylerin açıldığını duymaya başlıyor. Adeta yeni bir yolun başında gibi. Yeni bir fethin coşan damarlarından kayıyor gibi. İlerledikçe sanki perdeler kalkıyor gibi…Varlığı, bilmediği sırların keşfindeyken gittikçe çoğalan nazarlarıyla bakıyor ötelere. Her şeyi çevreleyen muhteşem “bir nazar”ı içinde hissederken çoğalan duygularıyla dokunuyor zamana. 

İşte o zaman her nefesini avucuna almış, yumuşak ve rahmet dolu bir muhabbetin sinesinde havalandığını fark ediyor. Anlıyor ki bütün bunlar meftun olduğu ve uğruna yollara düştüğü “Güzel”in varlığının esintileri, kendisine çekişidir. Ve sesleniyor:

.Sen ey Güzel! Senden mi gelir gücüm, şevkim, gayretim. Tut ellerimi; al beni benden. Anladım ki ancak kendimden azaldıkça Sana ulaşabilirim. Aç kapını; kurtar beni Sensizliğimden. 

‘Rabbinin ismini zikret ve her şeyden kendini çekerek yalnızca O’na yönel.’

Müzzemmil / 8

Perdeler kalkıyor etrafından. Gölgeler çekiliyor üzerinden. Nurdan bir helezon açılıyor. Açıldıkça alıyor içine kendisini. Eridikçe genişliyor daireler. Önce elleri eriyor; sonra bedeni ve gittikçe her şeyi. Sadece bir göz şekilleniyor özünde.

‘Allah kimin göğsünü İslâm için yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi?’

Zümer / 22

Önünde bir kapı. Üzerinde bir yazı. Sesi çıkmıyor heyecandan. Sadece gözleriyle okuyor:

.“Vicdan Ülkesi”ne hoş geldiniz.

Kapı açılıyor. Ardında başı göklere değen doruklara uzanan bir belde. Bu beldede hiçbir evin perdesi inik değil. Camlarında renkler dönüyor pencerelerin. Her biri bir hakikatin ruhundan tüter gibi… Nereye baksa her yerden sayısız âlemler doğmakta ve hayranlıkla izlemeye başlıyor kalp. 

Âlemlerde goncalar pıtrak pıtrak… Manalardan kanatlar uç veriyor. Her harf bir aşktan bir aşka cezbeyle dönüyor. Döndükçe renklere bürünüyor. Her yerde aşkın incizabı, çekimi ilahî bir esinti gibi esiyor… Esiyor… Harfler birleşiyor. Birleştikçe birbirinden muhteşem kelimeler serpiliyor her yana:  

Latif… Alim… Habir… Vedud… Nur… Kadir… Rahim… Semi… Basir… Rezzak… Cemil…

Ve vicdan ülkesinin göklerine doğru zerreler lerze halinde; titreyişleri çığlık çığlığa: Ebed… ebed… ebed…

Kalp adeta kendinden geçmiş, olanlara bakakalırken bir ses yayılıyor her yana:

.Gördüklerini anlamak istersen tak şunu gözlerine. “Hakikat gözlüğü” derler buna. Bu mükemmel renklerin tüttüğü hakikatin ruhu nedir? Kimdir gerçek Dost? Nerededir sığınacağın sine? Çaresizliğine, aczine kim kulak verebilir? Kim tutar ellerinden fakirliğinin? Kim bırakır avuçlarına ne varsa ihtiyacın? Hepsinin idrakine ancak bunu taktığında varabileceksin.

Kalp uzatılan gözlüğü takar takmaz her şeyin teker teker bir başka anlam kazandığını fark etmeye başlıyor. Nasıl düştü yola, çölde neleri yaşadı, neleri gördü?… İşte o zaman idrak ediyor ki; bu mükemmel, sonsuz güzel olan renkler ve kelimeler henüz görmediği Güzel’in birbirinden üstün özellikleri ve isimleridir.

.Demek ki çöldeki nurdan daireler, hava zerreleriymiş diye düşünüyor. Basiretin sonsuz ufuklarına kaldırıyor yüzünü ve sesleniyor:

.Ben de sayısız kumların içinden sadece bir kum tanesi miyim?                                            

Vicdan Ülkesi’nin doruklarında bir ses yankılanıyor:

– Evet… Bizler ve sen… Hepimiz yokluğun “Tek Varlık”a ayna olduğu sır taneleriyiz.


1. Heva: İnsan nefsinin şehvetlerinden ve hayvanî iştihadan doğan doğal eğilimi. Keyfe uymak, boş ve zararlı tutkuların güdümüne girmek. İnsanı her türlü isyana götüren zaafın itici gücü; her türlü belânın, rezilliğin ve kötülüğün kaynağı.
2. Her şeyden uzak olmadıkça kişi Hakka kavuşamaz
    Gönül pürnur olmadan da hazine açılmaz.
3. 1517 yılında Zile’de doğan, 1597 yılında Sivas’ta vefat eden Şemseddin Sivâsî Hazretleri, Halvetî yolunun büyüklerindendir. 
Paylaşın.

Yazar Hakkında

3 yorum

  1. Allah razı olsun çok sürükleyici ve etkileyici bu yazı için. “Oysa hakikat, atılan her adımın yürekteki teridir.” Tek başına saatlerce düşünmeye sevk eder nitelikte ve Niyet ile duanın asıl gaye olduğunu hatırlattı bana.
    Yazılarınızı okuyunca dağa çıkıp sarhoşluk yaşama isteği gelmiyor seğil 🙂 Ama hem kafamızı yukarı kaldırıp kuşları dinleme hem aşağı indirip insanlarla konuşma dertleri çözme hem kaldırıp yıldızlara,bakıp hayret etme ve her farklı güneş ışığında ve rüzgarda şekil değişfiren ağaçları izleme deli işi olsa gerek 🙂 ” Acaba size deli denmedikçe ” ayeti bununla ilgilimi?
    Bizi sürekli çöle götürmeniz dileğiyle… vicdan ülkesinde tekrar gezdirmeniz dileğiyle..

  2. Heyecanla bekledigim yazinizin iki gündür etkisinden cikamiyorum ve cikmakta istemiyorum keske hep orda kalabilsem.Un ufak oldum sanki.Nasil guzel bir yazı….
    Allah sizden razı olsun.

Reply To İlhan Cancel Reply