Aynadaki Yazgı

0

‘Bakmamı tavsiye eder misiniz?’ diye sordu Frodo. ‘Hayır,’ dedi elf. ‘Ne öyle yapın ne böyle yapın diye öğüt veremem ben. Danışılacak bir kişi değilim. Bir şey öğrenebilirsiniz; gördüğünüz şey hayır da olabilir şer de, bu sizin için kârlı da olabilir, yararsız da. Görmek hem iyidir hem de tehlikeli. Yine de Frodo, benim fikrimce sizde bu riski göze alacak kadar cesaret ve bilgelik var, yoksa sizi buraya getirmezdim. Nasıl dilerseniz öyle yapın.’

Yüzüklerin Efendisi / Yüzük Kardeşliği / Galadriel’in Aynası / s.352

Bir yolculuktu Frodo’nun ki, ya yolun başında gördükleri ile biten yahut her şeye rağmen onu seven, onun da çok sevdiği birçok dostu için zorda olsa bitirmesi gereken bir yolculuktu. Hayatta birçok zaman diliminde ama isteyerek yahut öyle olması öğütlenen bir kısım kararlar ile sudaki aynaya bakarız da kendimizi, sevdiklerimizi, görmek istemediğimiz hallerde, hayal dahi etmediğimiz akışlarda, zor zamanlarda görürüz. Bu ne bitmek bilmeyen bir acıdır ki ne paylaşılabilir ne tarif edilebilir. Sana eşlik edebilen sadece sırlı bir zaman ile mühürlenmiş yalnızlıktır. 

Fakat bu kimsesiz kaldığın, anlaşılmayı beklediğin, derdini anlatmaya çalıştığın bir yalnızlık değildir. Bu yola çıkıp da geri dönemeyeceğini anladığın son yolculuktur. 

Tereddüt etti. ‘Ne yapabilirim?’ diye mırıldandı. ‘Ya şimdi giderim ya da bir daha hiç gidemem. Bir daha böyle fırsat olmaz. Onları terk etmekten, hem de hiç açıklamasız terk etmekten nefret ediyorum. Ama mutlaka anlayacaklardır. Sam anlar. Hem başka ne gelir zaten elimden?’

Yüzüklerin Efendisi / Yüzük Kardeşliği / Kardeşlik Dağılıyor / s.387

Frodo ile birlikte aynaya bakabilecek cesareti ve izni olan yahut aynaya bakma izni yok ise de tüm cesaretini toplayıp son bir kuvvetle elmastan değerli şu “fedakârlık” ve “her türlü şartta bile olsa beklentisizlik” vasıflarını tam içselleştirerek gönül aynasından onun gördüğünü görebilen, hissedebilen, o tarifsiz hüznün sessiz çığlıklarını duyup sadâkatini ortaya koyabilen bir yol arkadaşı olacaktır yanında. Evet tahmin ettiğiniz gibi bu, can dostu Samwise Gamgee’den başkası değildir… Her ne kadar tüm bunlar olsa da maalesef sınanma bitmeyecektir bu yolda. Umutsuzluklar, pişmanlıklar ve en önemlisi de büyük hayal kırıklıkları ile dolu, ateşlere doğru giden bir yolculuk olacaktır. Kim bilir her ne kadar yüzük kardeşliği dağılmış olsa da zaman temiz bir sayfa açıp da tekrar rüştünü ispat edebilecek yeni bir yazgının yazılma fırsatını verene kadar umut tükenmeyecektir…

Evet; dostluk, hayatın her yerine saçılmış tohumlar gibi, yeter ki bir miktar su vermesini, yeri geldi mi gölgedeki gibi serinlik, yeri geldi mi güneş gibi sıcaklık vermesini bilmekten öte değil. Zira bunlar vermekle tükenecek kaynaklar değildir değil mi? Peki ya toprak? Kıymetli ozanımızın dediği gibi “Benim sadık yarim kara topraktır.” Samwise Gamgee’nin toprağına, bahçesine ne demeli? Birbirinden güzel çiçeklerdi onun en sevgili uğraşı. Ne tevafuktur ki sevdiği ve evlenmeyi düşündüğü hanımefendi bile ismini bir çiçekten alıyordu. Gül Hanım… Sam’in biricik aşkı…Fakat geri dönüş yolunun olamayışını kabullendiği Mordor bataklıklarında bile efendisi, biricik dostu Frodo’ya eşlik etmeyi tercih etme noktasında geride bıraktığı bir sevgi idi. Çünkü Sam, Frodo’yu herkesin sevdiğinden çok farklı bir bağlılıkla seviyordu. Bunun en güzel açıklaması sanırım, birlik ve beraberlik içinde olduğu bir sadakat ve beklentisizlik hâliydi. 

Derin Yaralar

Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni
Doğarken ağladı insan
Bu son olsun bu son
Doğarken ağladı insan
Bu son olsun bu son…

Bu Son Olsun / Cem Karaca

Ne gariptir ki insan daha bu dünyaya adımını atarken ağlayarak ilk mesajını veriyor. Belki de en kakofonik seslerle dolu şarkısını okuyor. Ben neredeyim; nedir bu acı, bu soğuk ve yorucu gürültüler? Sesim neden böyle bozuk; neden böyle bir ruh halindeyim; benim suçum neydi ki böyle bir yere düştüm? Sonraları yavaş yavaş farkındalık, etrafı tanımlama, ilk deneyimler ve sonrasında artan oranda bir merak…Tüm bu tedirginlikler yumağında onu şefkat ile kucağına alan bir yakınlık vs… Zamanla insan âdeta bir adaya düşüp mahsur kaldığını ve bu adada kendisi gibi benzer sonuçları yaşayan insanların olduğunun farkına varıyor… Belki ilk başlarda alışmaya çalıştığı bu hayatta kendisine rol modeller bulması ve sürekli birbirini kovalayan hedefler, birbirinden farklı bambaşka duygu geçişlerini deneyimlenmesi, sonra ilerleyen süreçlerde yaşayıp büyüdüğü bir yer gibi ev ve aile kurma hedefleri, kimisi içinse bunların tam tersi hedeflerle dolu başka başka hayatların içine dalma, kimisinin ekip biçtiği tarlalar, kimisinin dolaş, dolaş bitiremediği ve daha çok gezip görmek ve tatmak istediği geniş dünya mekanları ve zevkleri vs… Sonuç: Dünya bir av, insan ise avcı oluvermiş. Hakikat öyle mi peki?

Her ânı bir yolculuk dedik insanın ki, kimi vakit karamsarlıkları, kimi zaman yorgunlukları ve dalga misali bir ileri bir geri, sizi yavaş yavaş derin ve soğuk sulara sürükleyen bir akıntı…Sonra bir bakmışsınız şu koskoca karanlık uzay bir balığın karnı olmuş ve değil sizi, sizinle o bitmek bilmeyen, bir türlü paylaşamadığınız dünyayı ve içindeki her şeyi, defaatle yapboz yaparak kurmaya çalıştığınız tüm hayalleri ve diğer gezegenleri de yutmuş bir kara delik. 

Tüm bu topyekün karanlık içinde hissedilen ve hâliyle arzulanan şey, sükunetle ait olmadığın yerden bir an önce kendin gibi yaralı gönüllere dokunabildiğin kadar dokunup bu yolculuğun seni serbest bırakacağı bir akıntıya kendini bırakmak. Zira bir insan bu karanlık içinde her şeyini yitirse ister zirvelerde yaşasa ister silik bir hayat yaşasa, bu karanlıkta ne bir ışık çok parlak ne bir karanlık çok uzun.

Sonrası… Peki, mutlu ve güzel hiçbir şey yok mu bu hayatta? Olmaz mı? Hayat güzelliklerle dolu; görmesini, bulmasını bilene, fakat bu hayata özümüz, yaratılışımız, ana yurdumuz gereği bağlanamayacağımız bir yaratılış ile gelmişiz; neye elinizi uzatsanız bir müddet sonra fenaya bakan yüzüyle karşı karşıyasınız. Oysa insan öyle mi? O sonsuzluğa muhatap olmuş ve o sonsuzluğa tek yönlü dönüş bileti kesilip buraya düşmüş. Yaralı bir av mı, yoksa yaralı bir avcı mı? Orası herkesin yazgısında bir çatalağzı sanırım.

Küçük bir ara verip dostlukla alakalı bir tecrübeyi paylaşmak ve bu sırada siz değerli okuyuculara gerçek bir hikâyeden filme alınmış muhteşem bir dostluk hikayesini anlatan hüzünlü, ama bir o kadar da özlem ve hasret çeken gönüllere tercüman olan bir film tavsiyesinde bulunmak istiyorum. Eğer gözden kaçmış ve izlemediyseniz, ayrıca hayvan dostu bir gönlünüz varsa, özellikle böyle gönüllü dostlara, sevenlere küçük bir hediyem olsun. 

Öncelikle küçük tecrübemden bahsetmeme müsaade olursa… Belirli vakitlerde fırsat buldukça sokaklardaki dilsiz dostlarımıza çoğumuz gibi mama ikram etmeye (bu ifadeyi kullanmayı öğrenmemize vesile olan dost gönüllere ayrıca çok teşekkür ederim) çıktığım vakitlerde uzun zamandır kediler arasında bir tanesi özellikle dikkatimi çekiyordu. Mamaları bıraktığım farklı uzaklıktaki noktaları dolaşmaya başladığımda her bir mama bölgesine geldiğimde davet ettiğim kediler büyük bir iştahla mamaları yemeye başlıyorlar ve oradan bir diğer mama noktasına gitmek için adımlarımı hızlandırdığımda ise haliyle yemek yemek ile meşgul olmalarından ötürü hiçbirisi beni takip etmiyordu. O kedi dışında…

İlk başlarda bir anlam verememiştim. Hatta içimden galiba bu bayağı aç gözlü bir kedi diye bir düşünce bile geçirmiştim. Garip olan şey ise hangi noktaya gitsem mamaları bırakmam ile birlikte, gelen diğer kedilere hafif, sert/yumuşak birkaç “pat-pat” pati atıyor, biraz yemek yer gibi yapıp benim hareket etmem ile birlikte karnını doyurmadan benden bir adım önde fakat ilginç olanı sevgi gösterisinde bulunan ve sevilmek isteyen diğer kediler gibi de ayaklarıma dolanıp yürümeme engel olmadan, yani hiç rahatsızlık vermeden, kuyruğu dik bir şekilde ve ara sıra arkasına dönüp bakarak benimle yol alıyordu. Açıkçası sanırsınız ki bu kedi, kedi değil de köpek… biraz araştırmam sonrasında kedilerin hayvan cinsi olarak kendi bölgelerinin dışına çıkıp böyle takip etme huyları olmadığını öğrendim. Lakin istisnai olarak eğer bir kedi sizi çok severse, âdeta bir av köpeği gibi sizi takip etmeyi bırakmadığını öğrendim… Bu bende bu kedi dostum ile ayrı bir bağ kurmama sebep oldu. Biraz önce bahsettiğim filmi, yaşanmış bu hikâyeyi, yani candan dost “Togo”nun hikayesini izleyince ve filmin sonunda derinde yatan yarasını görünce aslında ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız…

Ahh… o yaralar yok mu?! Şu dünyayı bitmez tükenmez bir meskenmiş gibi gören insanın, o eşsiz büyülü anlarının, anılarının bir illüzyondan ibaret olduğunu hatırlatan, sızısı tam geçti derken hiç beklenmedik anda tekrar derinden filizlenen ve acısı dinmek bilmeyen yaralar. Evet, Frodo böyle bir yara almıştı da belki ilk başlarda yarası olan çoğu insanda olduğu gibi geçecek zannetmişti. Oysa bu yara yüzeyde iyileşen, ama derinlerde asıl görevini devam ettiren yaralardandı. Bu dünyaya ait olmadığının mührüydü, bir tür tür konuşmaydı… Hikayesi kadim bir konuşma!…

Frodo Shire takvimi ile 1419 yılının Ekim ayında Fırtınabaşı’nda aldığı yarasının geri döndüğünü ilk kez hissetmişti. Bir mesajdı, bir konuşma şekliydi bu yara: Her an buradayım, seninleyim ve burası senin ait olduğun yer değil… Bir vakit daha aylar ayları kovalamış ve nihayet Gri Limanlar’dan, Frodo ve Bilbo, Üç Yüzük koruyucusu ile denize açılmışlardı…

Böylelikle Gri Limanlar’da Shire takvimi ile 1421 yılının Eylül ayında yeni bir yara açılmıştı bir başka gönülde. Bu tabii ki, Aragorn’un hakkında aşağıdaki yorumu yaptığı ve Frodo’nun yolculuğunu yazıp tamamlayıp, bir kısım sayfalarını da doldurması için kendisine boş bıraktığı gözü yaşlı Samwise’dan başkası olmayacaktı. 

Onsuz kalmaya asla katlanamayacak Sam, bir de Gimli’yle ben…

Yüzüklerin Efendisi / Yüzük Kardeşliği / Kardeşlik Dağılıyor / s.388

Fakat yazgısı ona geçici bir süre bile olsa yarasına merhem, bir nefes olması için kendi kokusu gibi güzel bir çiçeğin ismine sahip olan Gül Hanımı hediye etmişti. Uzun yıllar geçmişti bu olaylar üzerinden, Samwise’ın yeni bir çocuğu doğmuş, onu da evlendirmiş ve Shire’a tam 7 sefer belediye başkanlığı yaparak hizmet etmişti. Ta ki 1482 yılının ortalarında Gül Hanım’ın ölümüyle bir nevi yarasındaki acıyı dindiren merhemin etkisi geçmiş, böylelikle Samwise derinlerdeki yarasının tekrar geri döndüğünü hissetmişti. Enteresan bir şekilde Gri Limanlar’da Frodo’ya veda etmesi ile Eylül ayında aldığı yara gibi Samwise da yine Eylül ayında, evet, 22 Eylül’de Çıkın Çıkmazı’na veda etmişti…Gri Limanlar’dan, son yüzük taşıyıcısı olan Samwise Gamgee kardeşlik dağıldığında Frodo’nun kayığına bindiği gibi şimdi de onun yolculuk yaptığı gemiye binerek denize açılmıştı.

İnanıyorum ki, tüm hikâyede Frodo ve Sam’in dostluğu, ayrıca yüzüğün yok edilişi ile alakalı en hassas kırılma noktası, aralarında geçen şu diyalog olsa gerek ve kim bilir uzun yıllar Çıkın Çıkmazı’nda da ne zaman yüzüğün yok edilişi ile alakalı hikayeler konuşulsa böylesi kıymetli bir dostluğun anlatıldığı, en hüzünlü, ama bir o kadar da sıcak ve neşeli diyalog bu olmuştur.

‘Nereye? Doğu’ya. Sam’siz gider mi? Evet, yanında Sam’ini bile almadan gidecek. Çok, çok insafsızlık bu.’ Sam gözlerindeki yaşları kuruladı. ‘Sakin ol Gamgee!’ dedi. ‘Aklını bul da düşün! Nehirlerin üzerinden uçamaz, şelalelerden de atlayamaz. Hiç aleti edevatı yok. Demek ki kayıklara gitmesi lazım. Kayıklara! Doğru kayıklara Sam, şimşek gibi!’

‘Haydi yukarı Sam evlat!’ dedi Frodo. ‘Şimdi elimi yakala!’ ‘Kurtar beni Bay Frodo!’ dedi nefes nefese Sam. ‘Booldum. Elini göremiyorum.’ ‘İşte burda. Çimdikleme oğlum! Seni bırakmam. Ayaklarını çırp, debelenip durma, yoksa kayığı devireceksin… Bütün bu karışık belalar içinde sen en beterisin Sam!’ dedi.

Yüzüklerin Efendisi / Yüzük Kardeşliği / Kardeşlik Dağılıyor / s.391

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply