Amacın Olmadığı Yerde Seferler İptal…

0

‘Mahpus anlat bana, seni bağlayan kimdi?’

‘Benim efendimdi.’ dedi mahpus. ‘Güçlülük ve zenginlikçe dünyada herkesten üstün olacağımı sandım ve kralıma iletilecek parayı kendi hazinemde biriktirdim, topladım.

Uykumu yenemeyince sahibimin yatağına uzandım ve uyandığım zaman gördüm ki, öz hazinemde bir mahpusum.’

‘Mahpus, bu kırılmaz zinciri döven kimdi, anlat bana?’
Mahpus, ‘Bu zinciri dikkatle döven bendim.’ dedi. ‘Yenilmez gücümün, beni tedirgin edilemeyen bir özgürlük içinde bırakarak, dünyayı esir tutacağını sandım. İşte böylece gece gündüz, büyük ateşler ve hain, set vuruşlarla zinciri dövdüm. Sonunda, tam iş biterek halkalar tamamlanıp kırılmaz bir hale geldiği zaman, onun beni kıskıvrak bağlamış olduğunu gördüm.’

Rabindranath Tagore

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.152

İnsanoğlu harika bir sanat eseri. Mükemmel cihazlarla donatılmış bir bedene ve kâinatı saracak bir ruha sahip. Bu ruhun içinde nice istidat çekirdekleri var. Ve insan, kendisine verilen bu çekirdekleri kullanma konusunda dünyada imtihan ediliyor. Ya çürütecek ya da ondan ulu ağaçlar çıkartacak.

Çekirdekler açıldığında kabiliyetler oluşuyor. Her insanda konuşma istidadı var; fakat bir aksaklıktan dolayı konuşma gelişemezse konuşma kabiliyeti de ortadan kalkıyor. Yani çekirdekten ürün alabilmek ekilecek toprağa bağlı ve istidatları geliştirebilmek de onlara uygun verimli ortamlara; aileye, çevreye, eğitime…

İnsan, Yaradan’ın esmasının cilvelerini gösteren pırıl pırıl bir ayna. Esma Sahibi’ni tanımak için o “esma”nın ruhta gelişmesi lazım. Görme duyumuz olmasa, Allah’ın “her şeyi gören” sıfatını anlayamaz, tanıyamazdık. Anlayıp tanıyabildikçe Basir Olan’a bir muhabbet oluşuyor. Muhabbet daha fazla tanımayı, diğer sıfatları, isimleri bilme arzusunu tetikliyor. Her bilmeyle muhabbet ve her muhabbetle daha fazlasını bilme derken insan bir nurlu daire içinde Hayatı Veren’e doğru yükselmeye başlıyor.

Ancak bu çağın insanının bilimde, teknolojide, her daldaki gelişmelerde kazandığı başarılar, edindiği maddî imkanlar gün geçtikçe kendine olan güvenini artırdıkça artırmakta. Maalesef iyice şişen “ego”suyla kendisini daha yüce, daha güçlü görmekte. Bu yanlış tutumla Yaradan’ı bilmek için kendisine verilen duyu ve istidat emanetine hıyanetlik etmeye başlıyor. Devleşen benliği, ruhuyla İlahî tecellilerin arasına girerek kalbinde iman tutulmasına neden oluyor. Kibrin, cehaletin zifiri karanlığında Yaradan’a doğru yol bulamıyor; sadece yalpalayarak sürükleniyor. Ve İlahî sınırları aşmada gösterdiği edepsizlik sonucu kendisini bir hapishanede buluyor. Duvarlarını kendisinin ördüğü ve zincirlerini kendisinin hazırladığı manevî bir hapishanede…

Birbirimize muhtaç olmamız insanlık gereği. Öyle yaratılmışız. Derde ortak olacak dillerimiz, güçsüzlükte yardımlaşacak ellerimiz var. Dostluk, hayatı aydınlatan ve anlamlandıran bir ışık. Düştüğümüzde onunla kalkıyor, kaybolduğumuzda onunla buluyoruz yolumuzu. Ancak “sadece ben varım” virüsü girdiğinden beri topluma, dostluk kavramı da anlamını yitiriyor. Çıkar birliktelikleri dostluk sanılıyor. Dostane ihtiyaçlar, tutku halkalarına dönüşüyor. Onlarla bağlanıyor ellerimiz. Her başarma hırsı, birilerini kullanma alışkanlığını getiriyor. Ve halkalar halkalara bağlana bağlana özgürlüğün yitirildiği zincirler oluşuyor.

Yaşamak için ne gerekiyorsa kâinatta insan için hazır. Ortama uygun şartlar doğuştan verilmiş. Maddî ve manevî nice güzellikler, ihtiyacına koşacak bitkiler, hayvanlar, topraktan güneşe tüm varlık… Kâinatın nizamında esaret zincirleri yok. Her şey, içindeki ilahî özle severek ve isteyerek görevine koşuyor. Bir tek insan, bu konuda problem. Doğuştan kendisine verilenleri değerlendirip onlarla çoğalacağına; değer bilmezliği, nankörlüğüyle verilenleri azar azar yitirerek daralıyor. Ruhun özgürlüğü, nefsin zaaflarına tutsak ediliyor.

Ne yazık ki insanoğlu, kendi kendinin bu denli düşmanı olduğunun farkında bile değil. Farkında olsa hem hapishaneyi yapan hem de kendini mahkum eden kişi olur muydu?

Söz ya da kitap aracılığıyla aktarmak kesinlikle mümkün değildir. Çünkü söz konusu olan; içsel tavırlar, özel bakış açıları, dirençler ve atılımlar, düşünceler ve şeyler arasındaki ilişki sistemleridir. Ve bunları açıklamak ya da bunların sunumunu yapmak istersem, bunları kendi içlerinde parçalara ayırırım ve geriye hiçbir şey kalmaz.

Aşka davet eden ve keçilerden, koyunlardan, evlerden ve dağlardan söz etmekle birlikte hiç sözünü etmediğim ve içindeki hazine sözle değil, aşkın zincirlenmesiyle aktarılan mülk için de aynı şey söz konusudur.

Bir aşktan ötekine bırakılır bu miras. Ama kuşaktan kuşağa ilişkiyi bir kez koparırsanız, o zaman bu aşk ölür. Ve ordunuzda büyükler ve küçükler arasındaki ilişkiyi bir kez koparırsanız, o zaman ordunuz boş bir evin cephesine döner ve ilk darbede yıkılır.

Değirmenciyle oğlu arasındaki ilişkiyi koparırsanız o zaman çok kıymetli değirmeni ve ahlakını, gayret ve çabasını, açıklanamayan binlerce el emeğini, akılla doğrulanamayan ama var olan (çünkü gördüğümüz şeylerin içinde gömülü biçimde bulunan akıl, kelimelerde bulunan akıldan çok daha fazladır) binlerce tavrı kaybedersiniz.

Onlardan sadece içinde resimden ve hiçbir etkisi olmayan yansımalardan başka bir şey bulunmayan, deneyimler karşısında boş olan küçük kitabı okuyarak dünyayı yeniden kurmalarını istersiniz.

Ve insanı ilkel ve çıplak bir hayvan haline getirirsiniz. Birbirleri aracılığıyla sürüp giden, gelişmekte olan insanlığı ve büyüyen ağacı unutursunuz.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.100

Yaşam bir yolculuksa, kökünden dallarına, meyvesine kadar uzanan her gelişme de ağacın yolculuğudur. Her zerre onun büyümesine bir işaret. Her şey bu büyümeye emeğini katıyor. Tohumdan tohuma, çekirdekten çekirdeğe anlam yüklenen bu ilişki bir mirastır. İnsanı çoğaltan, varlığı ayakta tutan bir miras… Paylaşımın, yardımlaşmanın olmadığı yolculuk çok zor ve çetin. Mirasa ihanet ise kainattaki düzeni bozuyor. Mirası korumak ve düzeni korumak, akl-ı selim; sağduyulu insanın sorumluluğunda.

Ne yazık ki çağın insanı bu sorumluluğu taşımaktan uzak. Kendi zevkine düşmüş, tüm ilişkilerini “ele geçirme”ye, hırsa çevirmiş. Kâinatın uğruna yaratıldığı bu muhteşem varlık, değil çevresini; kendini bile zevkinin, hırsının aracı haline getirmiş. Yanlış tutumunun en büyük sebebi: Makineleşmek.

Teknik ilerlememiz karşısında biraz fazla korkuya kapılan insanlar, amaçla aracı biraz karıştırıyorlar bence. İnsan sadece elindeki araçlardan medet umarak meydan okursa olup bitene, sonunda bu hayata değecek bir şey geçmez eline. Makine bir amaç değildir. Uçak bir amaç değildir: Sadece bir araçtır. Saban kadar basit bir araç.

Makinenin insanı bozduğuna inanıyorsak, bunun sebebi belki de bizim kuşağımızın maruz kaldığı kadar hızlı bir değişimi değerlendirebilecek bir mesafeden bakamayışımızdır bu durumun yarattığı sonuçlara.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s. 54

Saint-Exupéry, yalnızlığı ve onun hazin sonuçlarını görebilen bir yazar. Eserlerindeki karakterlerin diliyle, bu konudaki hislerini, dertlerini, çarelerini dile getiriyor. Bilhassa “pilot karakterler”in gözüyle makineden uzak, ruhun ihtiyacı olan doğal güzellikleri kendine özgü anlatımıyla seyrettirmesi okuyucuyu rahatlatıyor.

‘Akşamın yumuşak ışığında indim yere. Punta Arenas! Sırtımı bir pınara yaslayıp genç kızlara bakıyorum. Şefkatlerinin iki adım ötesinde, insanın gizemini daha da iyi hissediyorum. Hayatların hayata katıldığı, çiçeklerin rüzgârda savrulan öteki çiçeklere karıştığı, bir kuğunun bütün diğer kuğuları tanıdığı; ama bir tek insanın kendine yalnızlıklar ördüğü bir dünya.

Yaşlı kadınlar su doldurmaya geliyor. Ne bilebilirim hayatları hakkında evlerine su taşıdıklarından başka? Başını duvara dayamış bir oğlan sessiz sessiz ağlıyor. Aklımda ondan geriye hiç teselli bulmamış bir çocuk kalacak sadece. Ben bir yabancıyım. Hiçbir şey bilmiyorum. Onların krallığına giremiyorum.

Bu insanlar hâlâ ılık lavın üzerinde, ama geleceğin kumlarının, karlarının tehdidi altında, kendiliğinden ortaya çıkıvermiş bu sonsuzluk hissini nasıl yaratıyorlar?

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.61-62

Bu insanların dünyası başka; çünkü doğallıklarını bozacak makine ve hızlı yaşam, henüz içlerine girmemiş. Onların kurduğu krallık, teknoloji krallığına benzemiyor. Egolar değil, ruhlar kendi bedenlerinin kralıdır burada. Hükmetme, emretme yok; hakir görme, ezme yok. İnsan, insandan kaçmıyor. İnsan bu duru, iddiasız yaşamların içinde insana sığınıyor.

Sürat ve çabukluk hayata gerçekten kolaylıklar sağlamış; fakat aynı çabukluk insanda düşünce yeteneğini dumura uğratmıştır1.

Her şey bir gösteri, her şey bir çağrı iken hızlı yaşam temposu bir şey göstermez göze.

Dikkatin bir noktada yoğunlaştığı yerde diğer şeyler görünmez, sise bürünür gerçek.

Aynalar, vitrinler, tutkular insanın dikkatini hep başka tarafa çeker.

‘Gerçek nedir?’ sorusuna bu tempoda yer kalmaz. 

Kemal Ural / Küçük Şey Yoktur / s.192

İnsana hayat imtihanında sorulanların merkezinde hep “Hakikat nedir?” sorusu var. Bunun cevabı manevî dünyamızda gizli. Onu bulacak olan, kalbimiz. Bulduracak olan ise vicdan. Kalbe uğramadan geçenler, hayatta iz bırakmıyor. Aynı yapma bitkiler gibi kokuları yok. Vicdana uğramayanlar ise hayattan iz bırakmıyor.

Bir şeyi seyretmek başka, elle dokunmak başka. Hele ona duygu, düşünce ve emek katarak ruhta kalan kokusunu koklamak ise çok daha başka… Yani bilmek başka, olmak daha başka. Hayatın anlamını bilen; çabalıyor, gayretini terine katıyor. Hayatın anlamında olgunlaşan ise terini ve canını gayretine katıyor.

Küçücük dünyasına sıkışıp kalan insanoğlu, çağın vitrininde pazarlanan bir manken olmaktan öteye pek varamıyor. Sadece kıyafetinde değil, sevgisinde, öfkesinde; hatta hayallerinde, ideallerinde bile kendisi yok. Moda ne derse, geçerli marka ne ise her şey insanlığının önüne geçmiş. Gönle derman olmayan bağda cennet gülünü aramak nafile. Gülün hakikatini göremeyen, gerçeği yaşayamayan bülbül ise ötmeyi çoktan unutmuş.

Saint-Exupéry’ye göre insan gerçeğe akıl ve mantık yoluyla değil, iç âleminin aracılığıyla erer. Hatta onun için daha büyük bir gerçek vardır: ‘İnsan sadece ruhu vasıtasıyla var olur.’

‘Bununla beraber şehirlerini seyrettirmek için bazıları beni surların içine sokuyorlar ve önce mabede götürüyorlardı. Sessizliğin, gölgenin ve serinliğin içine giriyordum. O zaman düşünceye dalıyordum. Düşüncem bana besinden ya da fetihten daha önemli görünüyordu. Çünkü yaşamak için beslenmiş, fethetmek için yaşamış, geriye dönmek, düşünmek ve sessizliğimin huzuru içinde gönlümü daha geniş hissetmek için fethetmiştim.

İşte diyordum, insan için gerçek bu. O, ancak ruhu sayesinde olur.’

Kale / s. 581-582

Doç. Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.94

İnsan; gücünü kaslarından, parasından değil kalbinden ve ruhundan almalı. Kalbiyle çelişen, aklıyla da çelişir. Doğru kararlar veremez. Yaradılışına; fıtrî olan tüm değerlerine zıt tavırlar sergiler. Küçük Prens’in konuştuğu kralın uyguladığı kurallar da böyle. Söylediği, emrettiği her şey insan fıtratına ters.

Geride bıraktığı küçük gezegenini hatırlamak onu biraz üzmüştü. Kral’dan bir dilekte bulunmak için bütün cesaretini topladı.

‘Bir günbatımı görmeliyim… Lütfen benim için güneşe batmasını emreder misiniz?’

‘Generalime bir kelebek gibi çiçekten çiçeğe uçmasını emredersem, ya da trajik bir piyes yazmasını istersem, ya da bir martı olmasını emredersem ve general de bu emrimi yerine getirmezse kim suçludur?’ diye Küçük Prens’e sordu Kral. ‘General mi, yoksa ben mi?’

‘Siz,’ dedi Küçük Prens yüksek sesle.

‘Doğru,’ dedi Kral. ‘İnsan herkesten verebileceklerini istemeli.

Bir otoritenin kabul görmesi mantıklı olmasına bağlıdır. Eğer halkınıza gidip kendilerini denize atmalarını emrederseniz size isyan ediverirler.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.48-49 

Ona emredeceğim. Ama hükümdarlık bilgilerime dayanarak, bunun için uygun koşullar oluşuncaya dek bekleyeceğim.

Esasen kral bir fantasmagori2; yani aldatıcı bir görüntü sahneye koyar. Aslında her şey onun dışında gelişir. Ancak o, bu fikri kabul etmek istemez. O bir megalomandır. Tüm kâinata hükmedebileceğine inanır. Yıldızlar da onun emrindedir: Ağzımdan çıkan her söze hemen itaat ederler. Ben itaatsizliğe göz yummam.

Burada neler oluyor? Hepimizin içinde, genellikle çocukluğun tehlikelerinden kaynaklanan, dünyaya ve insanlara yönelik, iyi ve kötü “zihniyet cümleleri” saklıdır. İyi bir zihniyet cümlesi şöyle olabilir: ‘Yaptığım işle topluma küçük bir katkıda bulunmak istiyorum.’

Kötü bir zihniyet cümlesi ise bu olabilir: ‘Tüm insanlığa en büyük olduğumu kanıtlayacağım.’ Eğer ruhumuzun dramaturgu3 zorba bir kral ise, şunu haykıracaktır:

‘Ben her şeye hükmederim!’ Kral tam olarak bunu iddia eder.

Kral rolüne büründüğümde burnum havada olur. Esasen insanları kendimden aşağıda görürüm. Ben kibirliyim. Her şeyin en doğrusunu ben bilirim. Tartışmalara gelemem. Başkalarının fikirlerine tolerans göstermem. Kimsenin sözünü dinlemem. Artık olduğum yerde kalakalırım ve kendimi geliştirmem. İlişki kurduğum insanları küçümserim; ben ulaşılmaz ve dokunulmazım. Ben merhametten, özeleştiriden ve insan sevgisinden yoksunum.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.40

Bizim krallığımızdaki kral, çok yalnız. Gezegeninde; yani kalbinde kendinden başka kimse yok. Her yeri kendini görkemli gösteren kürkü; yani gösteriş, hakimiyet duygusu sarmış. Tüm gücünü bu kürkten alıyor. Sanki soluduğu hava değil de bu hükmetme arzusu. Küçük Prens’i görür görmez ilk tepkisi “İşte bir kul!” diye bağırmak oluyor.

Bir kul görür, emretme arzusuyla başı döner ve bağırır. Çünkü yaşam gücünü bu uyruğundan alacaktır. Uyruk varsa kral var. Uyruk yoksa kral yok; sadece kürkü var…

.Nasıl bir güçtür bu; hiç anlayamadım…

.Güç değil, güç kılığına girmiş korku, amansız tutkular ve esaret.

.Korkunun hakimiyeti nasıl olur? Esaret nasıl hükmeder ki?

.Korku ruhun düşmanı. İçten içe insanı kemiren, ruhun özelliklerini yiyen bir canavar. Ruhuyla diri olan insan ruhu söndükçe insanî özelliklerini de yitiriyor. Kısacası kendinden uzaklaşarak karmaşık yollarda kayboluyor. Ruh gücünü yitirdikçe ipleri korkunun elinde kukla haline geliyor. Kendi olamamak, iç dünyadaki yolların karmaşası demek. Bu da insanı kaçınılmaz sonuca götürüyor: Mutsuzluk ve derin bir kuyuya düşüyor hissini veren huzursuzluk.

İnsan kendini buldukça ruhuna renk geliyor. Ruhun canlılığı demek, onun hakimiyetiyle korku hakimiyetinin çöküşü demek. Onun için, ruhu dirilten, onu şaha kaldıran değerleri ve bu değerlerle beslenen duyguları, hayalleri bulmamız gerekiyor. Dorukların üzerinden üzerimize akan şafaklara, şafaklara yol olan ufuklara ihtiyacımız var. Yolu aydınlatan aydınlık, akl-ı selim dediğimiz sağduyu. Onunla doğru yolu yanlışından ayırt ediyor, doğru kararları onunla veriyor, sağlıklı konaklama yerlerini onunla buluyoruz.

Gerçekten kullanabileceğimiz tek güç, sağduyuya dayanandır. Her bireyin, kurallara uyup uymamakta serbest olacağı gerçek demokrasinin temelinde var olması gereken bu gücün örnek bir uygulamasını Kale’nin komutanında görebiliriz.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.66

Kule, kent ya da imparatorluk… Bunlar ağaçlar gibi büyür ve gelişirler. Çünkü bunlar yaşamın yansımalarıdır, doğmaları için insana ihtiyaç vardır. Ve insan hesap ettiğini sanır, taşlarının dikilmesini aklın yönettiğini sanır, oysa bu taşların yükselmesi öncelikle onun arzusundan doğmuştur. Kent onun içindedir, kalbinde taşıdığı imajdadır.

Aynı şekilde ağaç da tohumun içindedir. Ve hesapları arzusunu söylemek ve onu göstermektir. Çünkü içtiği suyu, mineral özsuları ve ona güç veren güneşi gösterirseniz, katiyen ağacı anlatmış olmazsınız.

‘İşte bu nedenle bu tonoz yıkılmıyor… İşte mimarların hesapları…’ dediğinizde de katiyen kenti anlatmış olmazsınız.

Çünkü bir kentin doğması isteniyorsa doğru hesap yapan insanlar her zaman bulunur. Ama bu insanlar sadece hizmetkarlardır. Ve kentlerin onların ellerinden çıktığını sanarak kendilerini öne çıkarırsanız, kumdan hiçbir kent fışkırmayacaktır. O, kentlerin nasıl doğduğunu biliyor; ama niçin doğduklarını hiç bilmiyor.

Ama cahil fatihi, halkıyla birlikte çorak ve taşlı toprağa atın, daha sonra döndüğünüzde otuz kubbeli kentin güneşte pırıl pırıl parladığını görürsünüz. Ve bu kubbeler servinin dalları gibi ayakta kalacaklardır.

Çünkü fatihin arzusu kubbeli kent olacaktır ve istediği bütün hesapçıları araçlar ve yollar olarak görecektir.

‘Savaşı yitireceksiniz, çünkü hiçbir arzunuz yok. Hiçbir eğilim çekmiyor sizi. Ve katiyen iş birliği yapmıyorsunuz; ama tutarsız kararlarınızla birbirinizi yok ediyorsunuz. Taşın ne kadar ağır olduğunu görün. Uçurumun dibine doğru yuvarlanır. Çünkü yoğrulmuş olduğu ve aynı amaca doğru yönelen tozların birleşmesiyle oluşmuştur.

Antoine de Saint-Exupéry / Kale / s.72-73

Hırsın savaşı, hayallerin, ideallerin savaşına karşı. Biri gece kadar kara, diğeri seher kadar parlak. Seherler yitirilmemeli, hayaller, umutlar yok edilmemeli. Amacın olmadığı yerde seferler iptal… Duygu yok; duyguların olmadığı yerde de şevk ve paylaşım. Taş nasıl aynı amaca yönelen tozların birleşmesiyle oluşuyorsa, yüksek gayeler ve zaferler de aynı yöne bakan kalplerin birleşmesiyle gerçekleşiyor. Bütün mesele kalp dünyasını diriltmek, egoları toz eylemek. Toz olup bedende, ölümü bayram eylemek.

Buluttan çıksa da ayın çehresi
Kalbime yansısa nurdan hâlesi…
Dolanmış her yere nefsin çilesi;
Elleriyle çözsem gerçek imanın.

Toz edip benliği, dönsem semazen.
Sarar mı ruhumu, ruhu zamanın?
Bayram var göklerde, alıp götürsen
Karışsam özüne, insan olmanın

Hayal yok. Ümit yok… Nerde seferin?
Böyle mi dirilir solgun seherin?
Aşk ile düşersen yola; kaderin
Gayeye varmaktır şevkiyle canın.   

Sözünde söz olsam Semazen, gözlerinde göz; tecellisini görür müyüm söylenemeyenlerin?

1. Dumura uğratmak: Körelmesine yol açmak, köreltmek.
    Dumur: Arapça ḍmr kökünden gelir. Dumr veya ḍumūr: zayıflık, zayıflama.
2. Fantasmagorie: Fransızca bir terim. Hayal gösterme sanatı, bir projektörle duvara yansıtılan ve ani olarak büyüyüp küçülen şekiller. Projektör ile yapılan görüntü oyunu.
3. Dramaturg: Fransızca dramaturge. Oyun yazma ve yönetme kurallarını bilen, bir oyun yazılır veya sahnelenirken bu bilgisinden yararlanılan kimse, oyun yazarı.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply