Ama Uçları İğne Gibi Sipsivri Kayalardan Başka Bir Şey Göremedi  

0

Tenha sokaklar ürkütür; çünkü insana sıcak gelen, emniyet veren hiçbir şey yoktur etrafta. Issız duygular üşütür; çünkü ruh bağlı olduğu, onunla diri olduğu coşkuyu kaybetmiştir1. O coşku, ailede sıcak ilişkilerdeydi; arkadaşlıkta vefada, fedakarlıktaydı; komşulukta sevgiye, paylaşıma verilen emekteydi. Bizler onu kaybediyoruz.

Yaratılan her şeyin bu dünyada bir yeri var. Duyguların da. Yalnızlık da bir duygu hali. Rengiyle, tadıyla bize anlamlı bir sebep için verilmiş. Yanlışa götüren, bizim anlamını doğru yorumlayamayışımız. Hayat bir yolculuk ve yol dümdüz gitmiyor. Tepeleri aşmak, suları geçmek, hendeklerden atlamak, dikenlerden korunmak gerekiyor. Pencereyi açtığımızda hep aynı havayla karşılaşmıyoruz. Puslu, yağmurlu, aydınlık, yakıcı, dondurucu, serin, rüzgârlı… Her olayın bir hikmeti ve insana bakan bir rahmeti var. Rahmeti zahmete çeviren biziz.

Yalnızlığın genelde iki sebebi olduğu söyleniyor. Bizim için değer taşıyanları, yakınları türlü şekillerde kaybettiğimizde duyduğumuz yalnızlık. Kendimizi emniyette hissedemediğimiz duygusal yalnızlığımız. Diğeri bir gruba ait olamamanın meydana getirdiği bir boşluk, toplumsal yalnızlığımız. Arkadaş ihtiyacı, tek başına kalma korkusu, konuşmaya hasret geçen saatler… Ne değerim var ki dedirten kuruntular…

Ama bir yalnızlık daha var ki gelişi hayır, birlikte oluşu hayır, tesiri hayır olan. Kalabalığın, koşturmanın, hızla geçen zamanın yoğunluğunda kendimizi bilmeye sebep olan yalnızlık. Farkındalığa, hayatın anlamına, “gerçek sevgi”ye götüren yalnızlık.

Bizim konumuz birinci sebeple oluşanı. Kaçıp kurtulmak istediğimiz, bunalımlarla sarılı bir dünyadaki halimiz. Bu yalnızlığın portresi hiç iç açıcı değil. Çağın en büyük tehditlerinden biri. Modern dünya için en büyük tehlike. Öyle ki psikologlara göre ‘yalnız yaşama’ ibresi korkutucu yükseklikte; hatta erken ölüme sebep olacak kadar.

Soyutlanmışlık ve yalnızlığın erken ölüm riskini artırdığına yönelik sağlam veriler var.

Gittikçe yaşlanan nüfusla beraber de bu durumun halk sağlığı üzerindeki etkilerinin giderek artması bekleniyor. Gerçekten de dünyadaki birçok ülke bizim bir “yalnızlık salgınıyla” karşı karşıya olduğumuz kanısında2.

Julianne Holt-Lunstad

Bu yalnızlığın kaynağı yine insanın kendisi. Şımartılan egonun bizi sürüklediği yer. Doğrunun yerine hırsı koyduğumuz, hakkın, hakikatin yanlış tartıldığı terazideki sonuç. Kısacası kendi içimizde kendi açtığımız çukur…

.Neden başkalarının değil de kendi kendimize açtığımız çukur? Hiç mi etkisi yok çevrenin?

.Nasıl olmasın? Maddi dünyanın kazanında ne sevgi ne vefa pişiyor. Rengarenk eşyalarla dolu dükkanlarda arkadaşlık ve dostluk satılmıyor. Yalnızlığımızda bencilleşiyoruz, bencilliğimizde ise yalnızlaşıyoruz. Üşüyoruz duygusuzluğumuzda. Tutkuların çekiminde yönümüzü karıştırıyor, önümüzü zor görüyoruz. Her sese kulak vere vere yüreklerin, güzelliklerin sesini duyamıyor, birbirimizi zor tanıyoruz. Kalabalık bir dünyada, toplum içinde kendimizle avunmak için aynalara koşacak kadar yalnızız.

Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler.

Orhan Veli Kanık / Yalnızlık Şiiri

Küçük Prens’in altı gezegenden sonra mola verdiği dünyada gördüğü manzara budur. Aynı altı gezegende karşılaştığı insanlarda şahit olduğu gibi. Öylesine sarsılır ki, terk ettiği gezegeni, gülü, koyunu, günbatımları burnunda tütmeye başlar. Hasret ve yalnızlık iç âleminde gittikçe yoğunlaşır.

19. Bölüm

Daha sonra Küçük Prens yüksek bir dağa tırmandı. Kendi volkanlarından başka dağ görmemişti; onlar da yalnızca dizlerine kadar geliyordu. Sönmüş olan volkanını tabure olarak kullanıyordu.

Kendi kendine, ‘Bu kadar yüksek bir dağın tepesinden herhalde bütün gezegeni, bütün insanları görürüm…’ dedi.

Ama uçları iğne gibi sipsivri kayalardan başka bir şey göremedi.  

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.80

Dostluk, sevgi, vefa, anlaşılamama, yalnızlık… Bunların hepsi anlaşılması ve anlatılması kolay olmayan soyut değerler. Bu sebeple her bölümde karşımıza bol bol semboller, metaforlar çıkıyor. Buradaki metafor, yalnızlığı neredeyse iliklerine kadar sergileyen bir örnek: Yüksek bir dağ.

Bu kadar yüksek bir dağın tepesinden herhalde bütün gezegeni, bütün insanları görürüm…

Arkadaşlığa hasreti doruğa çıkartan bir tırmanış. Alabildiğine bağırabilmek için seçilen en uç yer. Toplum içinde yapılamayanı yapabilmek için herkese tepelerden hâkim olabilme arzusu ve zıt duyguların acılığında bir haykırış: “Yapayalnızım.”

Dr. Sezen Zeytinoğlu, “Küçük Prens Üzerine Bir İnceleme” adlı çalışmasında Saint-Exupéry’nin kavramları iletmede psikolojik öğrenme yöntemlerini bilinçle uyguladığını belirtiyor. Bu uygulamada “gereksinme-öğrenme-pekiştirme üçlüsü” arasındaki ilişkiden yararlandığını söylüyor.

Sevgi ve dostluk kavramına götüren bir yolun üzerindeyiz. Yola “sevgi ve dostluk”a gereksinmeyi tetikletecek zıt bir kavramla başlanıyor bu bölümde: “Yapayalnızım.”

.Peki nasıl oluyor? Nereye gitsek alabildiğine kalabalık. Lebalep, ağzına kadar insan dolu. Yine de nasıl yalnız olabiliyoruz?

.Yalnızlık dediğimiz şey kalıpların kalabalığı değil. Gönülden paylaşılanların yokluğu. Modern dünya “insan gibi kalma”nın yalnızlığını yaşıyor. Ruhî iletişimin olmadığı ortamların ıssızlığını. Kalabalık yaşama tutsak olduğu için hem sakin yerlerin sükunetinden mahrum hem tabiatın, toprağın, havanın, gökyüzünün el değmemişliğinden uzak.

Bu ortamlarda bedenler yan yana, sesler yığın yığın, kalabalık; ama ruhlar yapayalnız.

Türk Edebiyatı’nda “yalnızlık”denilince ilk akla gelen yazarlardan biridir Sait Faik.

1950’li yılların İstanbul’unu tasvir ederken bu duygunun kendisini nasıl sardığını görüyoruz.

Günlerden pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil.

Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.

Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor. 

Güzel yer, güzel yer Alemdağı. Şu saatte on beş metrelik ağaçlarıyla, Taşdelen’i ile, yılanı ile… Ama kış günü yılanlar inindedir. Olsun. Hava Alemdağı’nda ılıktır. Güneş yaprakları kıpkızıl ağaçların içinde doğmuştur. Gökten parça parça ılık bir şeyler yağmakta, çürümüş yaprakların üstüne birikmektedir. Taşdelen parmak gibi akar. İçimizi şıkır şıkır eden bir maşrapa ile önce içimizi, sonra çırılçıplak soyunarak dışımızı yıkıyor. Su içmeye gelen bir tavşan, bir yılan, bir karatavuk, bir keklik Polenezköy’den şerefimize kaçıp gelmiş bir keçi ile alt alta üst üste oynaşıyoruz.

Sait Faik Abasıyanık / Alemdağ‘da Var Bir Yılan / s.19

Ama bir ortam daha vardır ki, beden bir köşede yalnız gibi görünür; ama ruhunun sesi gönül telinde yücelerle konuşur, mana âleminin yıldızlarınca kalabalıktır. Çünkü hakikatte yalnızlık yoktur. Nasıl olsun ki, bizimle birlikte olan, bizi her an kollayan bir “Dost” varken.

Küçük Prens yüksek bir dağa tırmandı. Bu kadar yüksek bir dağın tepesinden. İğne gibi sipsivri kayalardan…

Yüksek dağ, tırmanış, sivri kaya metaforları daha önceki bölümlerle düşünüldüğünde şöyle farklı bir yoruma da girilebiliyor:

Küçük Prens’in ilk karşılaştığı “yılan” ona dünya hayatının faniliğini, ölümün başka bir âleme yolculuk olduğunu anlatır. Daha sonra rastladığı “çiçek” ise insanın kendisinden daha önemli amaçlar için yaşaması gerektiğini, yaşamı anlamlı yapan şeyin kendimizden başka bir şey için yaşamak olduğunu söyler.

İçimizde sızı olan yalnızlığın çaresi, ilacı insanın kendinde. Yani kendi çukurumuzu kazan da biziz, oradan çıkartan da biz olacağız. Bu ilacı bulabilmek için aramak gerek. Aramak için de yola düşmek. Pilot yola düştü. Küçük Prens’i buldu. Ve Küçük Prens’in yaşadıkları da pilota kendi hakikatini bildirecek.

Kendi hakikatini bulmak için çıkılan yolda iki bilge, yılan ve çiçek, nasihatlarıyla Küçük Prens’e hayli adım attırırlar. İnsan bildikçe ruhu olgunluğa ermeye başlar; sonra aklı, kalbi, eli, gözü, kulağı, dili de bu kıvama uygun hale girecek hale gelir. Her şeyin geçiciliğini idrak eder. İç âleminde Dost’un beklediği gerçek yurda yüzünü dönmek ve bütün varlığı ve bakışıyla oradan gelen esintileri kucaklamak arzusu uyanır. Buna en uygun yer ise dağın en yüksek tepesidir. Ancak, bu noktaya geldiğinde insan bir başka hayal kırıklığı yaşayacaktır.

Ama uçları iğne gibi sipsivri kayalardan başka bir şey göremedi.
.

Gözleriyle saracağı toplum önyargılarla, bencillik, sevgisizlik, anlayışsızlıklarla kaya gibi gibidir. Elleri saldırgan, dilleri sipsivri acıtmak için hazır bekliyordur.

Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar. Güneş yalnız da olsa, etrafa ışık saçar. Üzülme, doğruların kaderidir yalnızlık. Kargalar sürüyle, kartallar yalnız uçar.

Ömer Hayyam

‘Günaydın,’ dedi  nazikçe.
.

Ne söylenilse, ne yapılsa boşuna… Dinlenilmez, anlaşılamaz köşelerde nezaket gerekir, sabır gerekir.

‘Günaydın,’ dedi nazikçe. 

‘Günaydın… Günaydın… Günaydın…’ dedi yankı.

‘Kimsin?’ dedi Küçük Prens.

‘Kimsin… Kimsin… Kimsin?…’ dedi yankı.

‘Arkadaşım olur musunuz? Yalnızım…’ dedi Küçük Prens.

‘Yalnızım… Yalnızım… Yalnızım…’ dedi yankı.

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.80

Küçük Prens, bir bakışta tüm gezegeni ve bütün insanları göreyim diye yüksek bir dağa çıkar. Ama gezegende sipsivri, tuzlu kayalardan başka bir şey göremez. İnsanlar sadece kendilerine söylenenleri tekrarlamaktadırlar; adeta varlıkları yok olmuştur. Tıpkı metafizik deneyiminin öncesindeki pilot gibidirler.

Jean-Philippe Ravoux / Küçük Prens ve Felsefe / s.79

Saint-Exupéry yalnızlığı ve iç sıkıntısını yoğun yaşayan bir yazar. Arkadaşına ve annesine yazdığı mektuplarda bu duyguyu şöyle dile getiriyor:

Aralık 1926

Nasıl da az çelebilik3 gösteriyorsunuz bana, Rinette. Her postada düş kırıklığına uğramaktan hoşlanmadığım için artık size yazmayacağım. Bunun sizin açınızdan önemi yok; ama ben burada yapayalnızım ve küçücük şeylerden haz çıkarmaya uğraşıyorum. Sizse mektupların konuşma yerine konmasına yanaşmıyorsunuz. Üç ayda bir yazılan hatır gönül mektupları da benim canımı sıkıyor. Kendi kendinize ‘Aman Tanrım! Yanıtlanması gereken bir mektup daha.’ diyorsunuz. Bu durumda sürdürmenin gereği yok.

Ayrıca bu yazışma bir konuda canınızı sıkıyor da olabilir. İnsanlar öyle karmaşık ki.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.47

Sevgili anneciğim,

Tam bir keşiş gibi yaşıyorum! Hem de Afrika’nın en ıssız köşesinde, İspanyol Sahrası’nın ortasında. Kumsala bakan bir kale, sırtını ona dayayan barakamız ve sonra yüzlerce kilometre içerlere dek hiç, ama hiçbir şey!

Deniz, yükseldiği zaman, dört bir yanımızı kuşatıyor ve geceleyin, dirseğime yaslanıp hapishane penceresi gibi parmaklıklı penceremden dışarı baktığımda -n’eylersin, silahlı kabileler arasında yaşıyoruz- deniz sandaldaymışım gibi, hemen ayağımın altında oluyor.

Barakanın öbür yüzü çöle bakıyor.

Sözün en gerçek anlamıyla tam takır kuru bakırız. Üstüne ince bir şilte atılmış bir tahta yatak, bir leğen, bir testi. Haa, süs eşyasını unutuyordum: Yazı makinesi ve havaalanı belgeleri! Tam bir keşiş odası.

Uçaklar sekiz günde bir geçiyor. Arada üç gün ne bir ses ne bir soluk. Uçaklarım yola çıktıktan sonra civcivlerimi yitirmiş gibi oluyorum. Telsiz bir sonraki konaklama noktasına -yani 1.000 kilometre uzaktaki bir yere- vardıklarını bildirene dek içim içimi yiyor. Her an yolunu şaşıranı aramaya çıkmak üzere hazır bekliyorum.

Antoine de Saint-Exupéry / St. Exupéry’nin Mektupları / s.105

Dağ, yerden ne kadar farklı… Doruklarına çıkmak için basamak ve sabrın gerektiği yolculuğun ayrı bir boyutu. Ruhu yücelere kavuşturmak için dünyada yerden göğe köprü olabilecek azametli bir yapı. İlahî nurların indiğinde konduğu ilk yer; doruklar.

“Doruklar ve oraya çıkma” insanın dünyadaki halini anlatıyor. Hayat yolculuğunda karşımıza çıkan dağla yolun zorlaşmaya başladığını anlıyoruz. Yerde, evinde, toplumda soluklanamayan; arkadaşlık, sevgi, anlayış yokluğunda bunalıp nefes alamayan insan için yaşam çok zor. Soluklanabilmek için insan arayışına girmek büyük bir ihtiyaç. Bu da yoğun bir çabayı gerektiriyor. Aynı Küçük Prens’in yaptığı gibi. “İnsanlar nerede?”

Küçük Prens, ‘İnsanlar nerede?’ diye söze başladı.

‘Burası çöl. Çölde insan olmaz. Dünya çok büyüktür,’ dedi yılan.

Küçük Prens, ‘İnsanlar nerede?’ diye nazikçe sordu.

Çiçek bir kez bir kervanın geçtiğini görmüştü.

‘İnsanlar mı?’ dedi.

‘Sen buralı değilsin,’ dedi tilki. ‘Ne arıyorsun buralarda?’

‘İnsanları arıyorum,’ dedi Küçük Prens.

Kalpler birer ayna… Hem yücelerden geleni yansıtıyor hem karşısındakini. Temiz tutulduğunda, cilalandığında üzerine yansıyan İlahî isimleri “güzel ahlak”a bürüyerek çevresine dağıtıyor. Arkasındaki sırrın hamurunda ne varsa onunla görüyor. İyiyse iyiliği, kötüyse kötülüğü … Çünkü hamurunda bildiği odur.

Ama ben yalnızlığı biliyordum sadece. Çölde geçirdiğim üç yıldan sonra yalnızlığın tadını çok iyi biliyordum hem de. O madenlerden ibaret manzaranın içinde gençliğinin tükenip gitmesi değildir insanı ürküten; esas ürkütücü olan, kendinden çok uzaklarda, dünyanın tamamının yaşlanmasıdır.

Ağaçlar meyve vermiştir, toprak buğdayı olgunlaştırmıştır, kadınlar zaten güzeldir. Ama mevsim ilerlemektedir, eve dönmek için acele etmek gerekmektedir… Mevsim ilerlemektedir ve uzaklar sizi alıkoymuştur… Ve dünyanın nimetleri, ince kum taneleri gibi avuçlarınızın içinden kayıp gitmektedir.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.83

Çağın insanı vermeyi bilmediği için alamıyor. Sevmeyi bilemediği için ihtiyacı olanı göremiyor. Çevreden, zamandan, varlıktan aldığımız yankı, içimizdeki sesin bir tekrarından başka ne olabilir ki!…

Kimsin… Kimsin… Kimsin?…’ dedi yankı.

‘Yalnızım… Yalnızım… Yalnızım…’ dedi yankı.

Yankı sensin. Kendine dönemediğin için kim olduğunu bilmiyorsun. Kalp nedir? Ruh, vicdan nedir, neyi isterler, neyle gıdalanırlar; haberin yok. Her gününden, baktığın her yerden aldığın ses de bu olmuyor mu? “Kimsin… Kimsin… Kimsin?…”

Çünkü iç âleminde yalnızsın. Dost’tan haberin ne kadar? O’nun sesi çınlasa içinde, O’nun yakınlığını hissetsen, hiç böylesine çaresiz “Yalnızım… Yalnızım… Yalnızım” diye bağırır mısın?

Yetişkin Saint-Exupéry’ye kitabın içinden bakarsak, çöle düşmüş pilotun ‘Böylece hiç kimseyle gerçek anlamda konuşamadan yaşayıp gittim’ deyişini bu yüzden yadırgayamıyoruz. Zira o, Büyük Sahra’daki ilk uçuşlarında, yalnızlıkla vaftiz edildiğini söylemişti bize. Bu nedenle küçük Antoine’ın içindeki prensin sesiyle ona, ‘Ne olur benim arkadaşım ol; çok yalnızım’ demesini anlıyoruz. Kazazede pilot başka bir dünyanın elçisi olarak gelen Küçük Prens’in dünyasında bunu çok net görür.

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.240-241

Breguet 14’lerde uçtuğumuz o eski günlerin şanlı isimleri… Hepsi birer birer silindiler hayat sahnesinden. Collet, Reine, Lasalle, Beauregard, Mermoz, Etienne, Simon, Lécrivain, Wille, Verneilh, Riguelle, Pichodou ve en son olarak da Güillaumet…

Dünyada anılarımı paylaşacağım kimsem kalmadı. Artık dişleri dökülmüş, bütün bu anı kırıntılarını, hepsini, bütün yaşadıklarını kendi başına çiğnemek zorunda kalmış yaşlı bir adamım. Güney Amerika’dan da kimse kalmadı… Hiç kimse…

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.224-225

Sana dönmem için mi
Bu garip yalnızlığım?

Günler çizgisiz
Sözler, şimşek şimşek
Yıldırımlar düşer üzerime.
Ne sevgiden haber var
Neye çarpsam dönüyor;
Çatlıyor lime lime.

Limanı yok sahillerin.
Rüzgâr nefeslenmez,
Kayalıklar öyle dik…

Sana gelmem için mi
Bu dilsiz sızılarım?
Çırpınan suların dönüşü
Deryaya olurmuş Tanrım.

Hiç kimsenin kalmadığı yer. Sırlı bir kapı. Kimsesizlerin Kimsesi bekler ardında. Eğer hazırsan… Gönül hazırsa açılır mor kıvrımlarından öteye ufukların. Sıkıntın erir, yalnızlığın dönüşür halden hale. Mecnun’un gözlerinde Leyla dönüşür bir başka duyguya. Boyuttan boyuta erir bedenin. Erimek ne denli hoştur gözyaşlarında. Yalnızlığın hüznü hasrete karışır. Sessizlik savurmaz, hava acıtmaz; ellerinde taşır rüzgâr seni. Her şey dosttur artık bu âlemde. Ah… bir yorumlayabilsek O’nunla beraberliğin şiirini.


1. Yalnızlık: Kimsesizlik, ıssızlık, kimse bulunmama durumu.
Ruhbilim Terimleri Sözlüğü’nde ‘Bir nesnenin bağlı olduğu coşkudan kopup ayrılması’ anlamında.
2. 2015 yılında Brigham Young Üniversitesi’nden Julianne Holt-Lunstad’ın Amerikan Psikoloji Derneği Toplantısı’nda ‘Yalnızlığın Sağlık Üzerindeki Etkileri’ konusunda yaptığı araştırmasının sonuçları.
3. Görgülü, bilgili, ince, olgun (kimse).
Çeleb veya Çalab: Yüce kişi. Tanrı sözcüğünden türetilmiş.


‘Küçük Prens ve Kayalıklar’ İllüstrasyonları (Sırasıyla) © Inbal Leitner / Kim Minji / Nika Goltz

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply