Ama ‘Dostluk Satılan Bir Dükkân’ Olmadığı İçin Dostları Yok Artık

0

Bostancı’nın merkezine doğru yürüyorum. Caddenin uzunluğu 500 metre var yok. Neden bahsediyorum bundan? Çünkü bu kısacık mesafede işittiğim üç hitap, bana kelimeleri ve kavramları kullanmada ne durumda olduğumuzu düşündürdüğü için.

“Aşk”, kalbi İlahî sevgiye ulaştıran, sevgide ölçüyü aşma anlamına gelen, değer biçilemez bir kavram. İlk işittiğim, bir annenin çocuğuna “aşkım” diye seslenişiydi. Güzeldi; çünkü şefkati yansıtıyordu. Az ilerde ikincisi, bir genç hanımın erkek arkadaşına veya eşine hitabıydı. Bazı duygular ancak özelimizde güzeller. Keşke böyle uluorta sarf edilmese; çünkü sihri yok oluyor diye düşündüm. Biraz daha ileride üçüncü örnek: Bir hanım, aşkım diye sesleniyordu. Baktım ki köpeğineydi bu hitap. Kavram denilen kıymetlerimiz bu kadar boşaltılamaz, bu kadar israf edilemezdi. Hiçbir şey düşünemedim.

Dile çok düşenin değer kaybettiği öğretilmişti bize. Önüne her çıkana dostum diyenin gerçek dostluğa önem veremeyeceği gerçeği çıkıyordu bundan. Bugünkü ilişkilerde en kutsal kavramlar bile yerde sürünüyor. Ne bacım dediğimize bacı gibi bakıyoruz ne teyze, amca dediklerimizi baş üstüne koyuyoruz. Böyle bir zeminde de doğal olarak dostluklar yeşeremiyor.

Oysa dost… hayattan aldığımız en nadide armağan. “Dost” sırdaşlık, sevilen insan, yâr demek1. İnsanı korkularından, tedirginliklerinden emin kılan sıcaklık.

.Hiç düşündük mü, manevî sözlüğümüzde “dost”u insandan başka kim için kullanıyoruz?

.Yaradan için2.

O’na kardeşim diyemeyiz, arkadaşım diyemeyiz. Çünkü bu sınırı aşmadır, edepsizliktir, şirktir. Ama Rabbim bizim dostumuzdur diyebiliyoruz. O zaman kardeşlik, arkadaşlık kavramlarına yakın sayılsa da diğerlerinden çok farklı anlam taşıyor. “Dostluk”, “Gerçek Dost’un kalplerdeki tecellisi. Ama her kalpte değil. Parlak, tertemiz olması lazım ki, bu güzelliği yansıtabilinsin.

Neden her zaman böyle bir kalbe; dosta ihtiyaç duyuyoruz? Sadece sıkıntılı anlarda mı? Hayır. Etrafımız insanla çevrili olsa da dost bir yüzün uzaktan gülümsemesi bile çok farklı geliyor. İsterse hiç konuşmayalım; yan yana olmak, onunla aynı havayı solumak huzur oluyor. Çünkü yanımızda olduğunu biliyoruz. Kış günleri yanan ateşin çıtırtıları gibi, fırından yeni çıkmış ekmeğin kokusu gibi, sıcak, sade, abartısız; rahatlatıyor. Hatta bizden çok uzaklarda yaşasa da fark etmiyor. Çünkü şartlar ne olursa olsun yanımıza geleceğini biliyoruz. Baharı müjdeleyen filizler gibi, ışığıyla sarmalayan güneş gibi, delili olan belgeler kadar gerçek ve emin güç veriyor.

Saint-Exupéry bir dostluk dehasıydı. Dostu Ségogne ondan; ‘Un gros tendre, son derece hassas bir insandı,’ diyerek söz eder: Dostluğa, güvene ve sevgiye büyük gereksinim duyardı; diyebiliriz ki onun benliği, kendini sevgi olmadan tümüyle yansıtamazdı.

Dostluk zamanın ve ortak aktivitelerin aracılığına gereksinim duyar. Dostluk beraberce yapılan çalışmanın sonucunda ortaya çıkan bir sanat eseridir. Açıklık, içtenlik, fedakârlık, gerginliklere, çatışmalara karşı dayanıklılık, yakınlaşma ve mesafe, yeniliklere açıklık ve her şeyden önce kayıtsız şartsız kabul talep eder.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.105

Exupéry, hangi ortamda olursa olsun insanı ve kalbî değerleri dile getirmeyi hedeflemiş bir yazar. Zaten Küçük Prens de sevginin, dostluğun önemini vurgulamak üzere kaleme alınmış. Diğer eserlerindeki konular ve karakterler genelde savaş ve savaşın etkileriyle ilgili. Böyle bir ortamda dahi kaleminin mürekkebi, sevgi. İçinde yaşadığı savaş koşulları onun kalbini katılaştırmamış. Kelimeleri, cümleleri öyle kullanıyor, savaş ortamındaki psikolojileri öyle tasvir ediyor ki, en kötü şartlarda bile bir bakıyorsunuz insanlığı ön plana çıkarıvermiş. Ve siz bir okur olarak kendinizi biraz sonra savaşmaya gidecek bir askeri şefkatle izler buluyorsunuz.

Zaman geldi çattı. Çavuşu uyandırıyoruz. Bodrumun dibinde, yıkılmış taşların arasında, demir bir yatakta uzanmış uyuyor. Uykudaki bu adama bakıyorum. Yüzündeki sıkıntıdan uzak mutlu uykunun tadını iyi biliyorum. Libya’ya ilk uçuşumu hatırlıyorum.

– Hey! Çavuş!

Yavaşça kıpırdanıyor çavuş, uykulu gözlerle bakarak ve anlaşılmaz bir şeyler mırıldanarak. Sonra yüzünü duvara dönüyor tekrar, uykusundan uyanmak istemeyip, anne karnındaki uyku huzurunun derinliklerine dalmak ister gibi. Açıp kapayıp durduğu avuçlarıyla derin sulardaki kim bilir hangi kara yosunlara tutunmak ister gibi. Sıkıca kapattığı avucunu zorla açmak gerekti sonra. Yatağının kenarına oturduk, aramızdan biri kolunu nazikçe boynuna dolayıp bu ağır başı kaldırdı gülümseyerek. Atların boyunlarıyla usul usul birbirlerini okşadıkları sıcacık bir ahırda gibiydik. ‘Haydi yoldaş!’ Hayatımda hiç bundan daha şefkat dolu bir sahne görmedim ben. Çavuş mutlu rüyalarına geri dönmek için son bir hamle yaptı; dinamitlerle dolu dünyamızdan, tükenmişliğimizden, buz tutmuş gecemizden kaçmaya çalıştı. Ama artık çok geç. Dış dünyanın gücü daha büyük.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.177-178 

Exupéry, yanan dünyanın kalıntıları arasından insanın kurtulabilme ümidini de sıcak ilişkilere, el ele vermeye, emeğe, sorumluluğa bağlıyor.

İspanya’da iki aya yakın kaldı. Bu süre zarfında gazeteye beş yazı yolladı. Hepsi de çarpıcı yazılardı. Fransız okuru, Moskova’dan yolladıkları gibi bunları çok sevmişti.

Saint-Exupéry iç Savaş’ın korkunç atmosferine kısa sürede alıştı. Yabancılar tümenine katılanlarla görüşüyordu. Hemingway, Malraux, Orwell, Koestler ve dünyaca ünlü daha pek çok yazar da bir biçimde ülkeye geliyorlar ve birinci elden tanık oldukları hadiseleri yazıya döküyorlardı.

İç Savaş’ın korkunç yüzü giderek onun da benliğini sarıyordu.

İspanya İç Savaşı sonrasında dev yazarlardan Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor; Malraux, Umut; Koestler, İspanya’da Ölüm Güncesi gibi yapıtlarla tarihin en yabanıl mücadelelerinden birini yazın dünyasında ölümsüzleştirdiler. Saint-Exupéry sadece gazete makaleleriyle katıldı bu kervana. Ancak çok geçmeden doğacak yeni eseri İnsanların Dünyası’nda yer alacak şu sözcükler yaşananları tanımlama açısından en yetkin sanatçıya bile taş çıkaracak kalitede:

‘Sevmek, birbirine bakmak değil, ancak birlikte aynı yöne bakmak demektir… En büyük düşmanlıkların arası bile sözcüklerle kurulacak köprülerle birleştirilebilir. Gerçeklerin gerçeğiyle…’

Mehmet Coral / Çöle Düşen Yıldız / s.194-195

Kendini ifade etmenin kaynağı insanın yaradılışından gelir. Her istidadın bir dili var. Ressam fırçasıysa konuşur, çiftçi toprağıyla, bestekâr notalarıyla. Dost ise içten sevgisiyle konuşur. Dostluk, insanî ilişkilerin en asili. Abartısız, içten gelen vefasına başımızı koymak, emniyetine sırtımızı dayamak ne güzeldir!… 

İlişkiler kurmak, bir şeyi paylaşmayı kabul etmekle mümkündür. İlişkiden doğan ve asıl önemli olan sonuç bir ‘tebessümle’ dahi elde edilmiş olabilir. Harpten önce bir gün Saint-Exupéry ve Léon Werth, Saône nehri kıyıları üstünde bir öğle yemeği yerler. Biri Hollandalı, biri Alman iki denizciyi yemeğe davet ederler. Yemekler yenir, gün tatlı tatlı geçer. Herkes memnundur. Bu memnuniyet gülümsemelerde belli olur. ‘Burada esas olan şey dış görünüş itibariyle bir gülümseme oldu. Bir gülümseme çoğu zaman esas olan şeydir. İnsan bir gülümsemeyle canlılık bulur. Bir gülümsemenin mükemmelliği insanı ölüme bile atabilir.’

Alıntı: Antoine de Saint-Exupéry / Bir Rehineye Mektup / s.398
Dr. Cemil Göker / Antoine de Saint-Exupéry’de İnsanların Dünyası / s.67

Günümüz toplumunda çok önemli bir değişim var; o da insanlar giderek yaşama sanatlarını kaybediyorlar. Hepimiz maddî değerlere ulaşmak için çok fazla zaman harcıyoruz. Ancak bu maddî değerlere ulaşırken harcadığımız zamanı sevdiklerimizden ve kendimizden esirgediğimiz için, mutluluk için çıktığımız yolda, yine mutsuz olup geri dönüyoruz. 

Ünlü bir sosyolog olan Zygmunt Bauman’ın ‘Yaşam Sanatı’ adlı kitabında çok önemli bir tespiti vardır. Bu yazıda bu tespit bizim ana temamız olacak. Diyor ki; ‘İnsana mutluluk veren değerler satın alınamaz. Onları gidip bir mağazadan alamazsınız.’

Neleri mağazadan alamıyoruz? Biz sevgiyi, dostluğu, aile hayatının zevklerini, sevdiklerimizle ilgilenmekten ya da sıkıntı içindeki bir komşuya yardım etmekten gelen tatmini, iyi yapılan bir işten gelen öz saygıyı, iş arkadaşlarımızla veya başka insanlarla kurduğumuz iyi ilişkilerden edindiğimiz memnuniyeti, takdiri, sempatiyi mağazalardan satın alamıyoruz.

Aslında hayatın mutluluğu, bu şekilde paraya tebdil edilemeyen, parayla değiş tokuş edilemeyen değerlerde saklıdır. Onun yine çok güzel bir cümlesi var. Bu cümleyi tamamen alıntılamak istedim:

‘Şu epeyce muhtemeldir ki, yitirilenler kazanılanları çoğu kez geçer ve mutluluk yaratmak üzere artan gelir kapasitesinin yerini ‘paranın satın alamayacağı’ şeylere erişimin azalmasının neden olduğu mutsuzluk alır’.  

Kemal Sayar / Modern Dünyada İnsanın Mutluluk Arayışı

 

‘İnsan ancak evcilleştirirse anlar,’ dedi tilki. ‘İnsanların artık anlamaya zamanları yok. Dükkânlardan her istediklerini satın alıyorlar. Ama dostluk satılan bir dükkân olmadığı için dostları yok artık. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.89

Dostluk empatiyle beslenir. Onu kendi yerine koyarak adeta canına sokmak istersin. Aynı zamanda kendini onun yerine koyarak mesafeni korur, saygılı davranırsın. Kısacası dostluk bir denge işidir ve çıkarsız duyguların sanatıdır. Onunla aynı yemeği sevmen, aynı müzikten hoşlanman gerekmez. Ama aynı yolda beraber yürümekle adımlarınız yoldaş, aynı duyguyu taşımakla sözleriniz gönüldaş olur. O zaman ayakların temposu, nefeslerin ritmi bir yolculuk şarkısı besteler. Öyle bir şarkıdır ki bu; duyan dağ, tepe, çayır, gökyüzü hayran hayran dinler.

Goethe, Maksimler ve Refleksiyonlar’ında erkeklerde dostluğun yaşam kaynağını nelerin beslediğini anlatır. Dostluğu sadece ve sadece uygulamalı olarak kurabilirim. Eğilim, hatta sevgi, dostluk için yeterli değildir. Gerçek etkin, üretici dostluk, yaşamda aynı adımları beraber atarak kurulur; dostum benim hedeflerimi kabul eder, ben de onunkileri… İstikrarlı adımlarla birlikte ilerleriz; düşünce ve yaşam biçimlerimiz farklı olsa dahi.

Mathias Jung / İçimizdeki Küçük Prens / s.105

Olmuyor
Sen gibi anlatmak seni.
Seni ben gibi anlatmaktır sanat. 

Anlaşılmaz olmak…
Buruk ve acı.
Oysa
Sen bir damla,
Ben bir damla,
İnsanca duyguları paylaşsak… 

Ah… sessiz, sade gülüşler
Isınsak nefesinde sevginin.
Yakınlaşmak isterken
Takılmasak süslerine
Benliğin. 

Aynı yöne mesafelerce uçan
Turnalar gibi
Aynı ufka birlikte baksak… 

Ertesi gün Küçük Prens yine geldi.

‘Aynı saatte gelmen daha iyi olur,’ dedi tilki. ‘Örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Mutluluğum her dakika artar. Saat dörtte artık sevinçten ve meraktan deli gibi olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun. Ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.90

‘…sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım.’

‘Ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez.’

Bu iki cümlede tilkinin Küçük Prens’i bekleyiş psikolojisi resmediliyor. Tilki için birinci resmin etkisi diğerinden çok farklı. Gelmek ve kavuşmak neden yeterli gelmiyor tilkiye? Beklenen ister dost ister sevgili olsun, bekleyene ne veriyor ki aradaki her anın gönle etkisi bir başka oluyor?

Ona göre bu etki, zamana renk katan bir bekleyiş. Günün ardı ardına sıralanan sıradan dakikalarına beklenenin işlendiği bir nakış. Uzakları gözleyen gözlerin, yoluna özlemin döküldüğü hislerin zamana verdiği farklı bir tat. Çünkü bütün bu durumlar iç dünyamızdan bir şeylerin yaşanan zamanla özdeşleşmesi ve “bekleyiş”e emeğin dökülmesiyle ilgili. Emek verilen, sabır dökülen her yoğurma çok farklı… Gülü gül eden, güle telaşını, merakını, terini, heyecanını döken de yürekteki hal.

İnsanın belli alışkanlıkları olmalı…’

‘Alışkanlıklar mı?’

‘Evet. Bunlar çoğunlukla ihmal edilir,’ dedi tilki.

‘Alışkanlıklar bir günü öteki günlerden, bir saati öteki saatlerden farklı kılan şeylerdir. Örneğin benim avcılarımın bir alışkanlığı vardır. Her perşembe köyün kızlarıyla dansa giderler. Bu nedenle perşembeleri benim için güzel günlerdir. Üzüm bağlarına kadar sokulabilirim o günler. Ama avcılar dansa herhangi bir günün herhangi bir saatinde gidiyor olsalardı hiç tatilim olmazdı.’

Antoine de Saint-Exupéry / Küçük Prens / s.90

Geçmiş hatırlamayı gerektirir, gelecek ise beklemeyi, merakı. Merak, görülmek isteyene tutulan bir büyüteç gibidir. Resmi milimlere böler; büyütür. Bekleneni bekleyen nazar, fark etmediklerini görmeye başlar. Yola düşen göz, yoldan nasibini alır. Uzakları kollayan kulak, ayak seslerinden nasibini alır. Akıl beklediğini düşüne düşüne onun hakkındaki idrakinden nasibini alır. Gönülde beklenen tekrar tekrar doğar. Kısacası geçen her an beklenene yeni bir vücut kazandırır.

Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti, istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni,
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme artık neye yarar?

Necip Fazıl Kısakürek / Beklenen

Hiçbir zaman, hiçbir şey dolduramayacaktır yitirilmiş bir arkadaşlığın yerini. İnsan kendine eski arkadaşlar yaratamaz ki. Bunca ortak anının, birlikte yaşanmış bunca zor saatin, bunca bozuşmanın, bunca barışmanın, bunca gönül deviniminin yerini hiçbir şey tutamaz. Yeniden kurulamaz bu dostluklar. Bir meşe ağacı dikip de çabucak gölgesinde barınmayı ummak boşunadır.

Yaşam böyledir, önce zenginleşmişizdir, yıllar yılı ağaç dikmişizdir. Sonra yıllar geçer, zaman bu çalışmayı bozar, ağaçları yıkar. Arkadaşlar birer birer gölgelerini geri alırlar bizden. Bundan böyle yaşlanmanın sinsi üzüntüsü karışır yaslarımıza.

Antoine de Saint-Exupéry / İnsanların Dünyası / s.36

Günümüzdeki beraberliklerin en büyük düşmanı acelecilik, saygısız davranışlar ve bencillik. İlişkiler kısa sürede boy atan ve yine kısa sürede yapraklarını dökerek ölen kabak ağacına benzememeli. Hele dostluk… Gölgesinde asırlardır nice canlının serinlediği çınar ağaçları gibi olmalı.

Menfaatler üzerine kurulan ve dostlukların çıkar çatışmasına döndüğü dünyada dost edinmek kolay gözükmüyor artık. Belki her birimizin birden çok dostu vardır. Ama dost mu, düşman mı? Onu sorgulayamayız. Sözde dost. Dost kelimesinin anlamını bilmeden dostum der geçeriz. Aslına bakacak olursak günümüzde çoğu terim anlamını yitirip öylesine sözcükler halini adlı. Sözcüklerin suçu yok. Suç bizim. Olayları, yaşananları, gerçekleri diye alıp bu kadar alçaltanın.

Dostluk bakımından net bir şey söyleyemem ama arkadaşımız çoktur. Herkes arkadaşımız olabilir. Bir selam veririz, ayaküstü muhabbet ederiz ya da bir yerlerde tesadüfen karşılaşır, tanışırız ve arkadaş oluruz. Dost dediğin zaman durup şöyle bir düşünmeliyiz? Acaba gerçekten dost mu? Dostluk kriterlerini taşıyor mu? Niçin yanımızda? Bu zamana kadar nerdeydi? Benden bir menfaati var mı?

Baki’ye dostları sorar; ‘Kaç çeşit dost var?’ diye.
Baki ‘Üç çeşit dost vardır.’ der.
‘Bir dost vardır gıda gibidir, sen onu her gün ararsın.
Bir dost vardır ilaç gibidir, sadece gerektiğinde ararsın.
Bir dost vardır hastalık gibidir, o seni arar.’ 

Baki’nin de dediği gibi bir dostumuz vardır her gün yanımızdadır. Sevinci de kederi de birlikte yaşarız; bir gün ayrı kalsak hemen yokluğunun farkına varırız. Ararız onu. Bir dostumuz vardır; zor günümüzde yanımızdadır. Ne zaman sıkılsak, bir derdimiz olsa o zaman ararız onu. Bir dostumuz vardır. O, hep arar bizi. Ne yaptığımızı, hangi yolda ilerlediğimizi bilmek ister. İyi günde de kötü günde de yanımızda olmak ister.

Geçmişten günümüze süre gelmiş bir gerçek var. Kötü günümüzde yanımızda olanı hep gerçek dost biliriz. Hâlbuki dost her zaman yanında olandır. Seni doğruya götürendir. Bir derdin olduğunda paylaşabildiğin, sana yardım elini uzatan, onun ihtiyacı olduğunda da senin yardım elini uzatabileceğin biridir dost. Aynı zamanda en yakın arkadaşınızdır sizin. Ama her arkadaş dost değildir. Ancak hayırlı arkadaş sizin dostunuz olabilir.

İbrahim Sarı / Dost Arayanlara / s.3-4

Modern dünyanın insanı kendini “sadece ben varım” diyerek anlatmaya çalışıyor. Yaşamı tanıdıklarla dolu; ama arkadaşım, dostum diyeceği yok gibi. Teknolojinin eli her yere uzandığı için sessizliği bilmiyor. Reklam ve tüketim kulvarlarında koşmaktan fedakârlık nedir, paylaşım, vefa nedir öğrenememiş. Hayallere yelken açacak denizlerden çok uzak. İdeal için, bir amaç için yola düşme onu tedirgin ediyor; çünkü rahatına düşkün.

Böyle bir ortamın ortasında kalabalık olsak da ne çıkar, anlaşılamadıktan sonra. Kendi ıssız sahilimizde çakılı kalmış, sadece ah eden sesimizle açılabiliyoruz açılmak istediklerimize.

Artık ne kürk ne post isterim
Başım hoş değil devran ile.
En gerçeğinden dost isterim
Gelsin elinde derman ile.

Gel, benden dinle âh ü zârı,
Âdem babanın yadigârı,
Issız sahilde akşamları,
Dertleşen benim umman ile.

Cahit Sıtkı Tarancı / Yadigâr

Zamanın değeri ona verdiğimiz anlamla, neyle, kiminle geçirdiğimizle ilgili. Hayır, iyilik, hak adına geçirilen “an” çoğalarak bizi yüceltirken, sadece kendimiz adına bencilce geçirilen “an” bulunduğu yere çakılı kalıyor.

Vefanın olmadığı yerde geçmişi yoktur insanın; ideallerin, hayallerin olmadığı yerde de geleceği. İki kanadı kırık kuş, olduğu yerde çabalar; uçamaz. Uçamadığı için de fıtratını yaşayamaz. Ve kısa sürede çırpına çırpına tükenir. Akışı olmayan su, yosun tutar; kokuşur. Vefayı, hatırlamanın değerini ve hasretle beklemeyi bilmeyen insanlık, dostluğu nereden bilecek?


1. Dost: Sevilen insan, muhib, yâr. Farsça. Eski Farsça, dauşta. Çoğulu Dostân.
2. Hakiki dost ve aşıkların ve ariflerin aşık oldukları Allah.


‘Küçük Prens ve Tilki’ İllüstrasyonu © Veronika Akulich

Paylaşın.

Yazar Hakkında

Leave A Reply