Albatros Gibi Yalnız ve Gariptir Aklıyla, Gönlüyle Farklı Olanlar

3

Ben
Büyük denizlerin yolcusu,
Uçsuz bucaksız sahiller tanır beni;
Mesafelere sığmaz kanadım.
Her ufukta ayrı mana,
Sonsuzu deler gövdem.
Bana yetmez küçük denizler.

Ben
Beyaz tüylerinde
Mesafeler taşıyan kuş,
Sinmiş tenime iklimler.
Onlarda üşür,
Onlarda ısınırım;
Yeter ki batmasın gözlerimde
Enginler.

Başkadır güneşin rengi
Derin sularda.
Başka sarı, başka mor, başka boyar
Yalnızlığı.
Neden minik kuşlar korkar benden,
Kanatlarım yelpazelerkenRuhları?

Sonra gelir,
Sığınırım bir kaya tepesinden
Bir kum tanesine.
Ben
Güneşe yoldaş
Mavilikler yolcusu.

Bulutların ardını hedefleyen kuşun gözü, göklerdedir. Oraya ulaşabilmek için açtığı her kanat, onu yerden uzaklaştırır. Maddenin ardını hedefleyen kalbin gözü, yücelerdedir. Oraya varabilmek için attığı her adım, onu dünyadan uzaklaştırır. Onun için en değerliye, en yüceye varabilmek, diğerlerinden vazgeçebilmek, gökler âlemine aşık bir gönlün hedefi olmalı. 

Ama diyeceksin ki nasıl olacak, yeryüzü kendine böylesine çekiyorken? Nasıl mı olacak? Yerin rengine bir tutam gök rengi karıştıra karıştıra. Seherin nurundan, akşamın hasretinden katarak yoğura yoğura. Zor gelecek elbet. İnsan aczden başka nedir ki? Aczin kudrete açılan kapısının önünde can seni bekler. Onsuz o kapıdan geçirmiyorlar. Onun için büküle büküle, eğile eğile; ama kendinin ne olduğunu öğrene öğrene oluyor bunlar. Ve lezzeti gönlünden gitmeyecek bir pişirimlik kahve gibi cezvede sunuyorlar.

Küçücük bir bakır cezve
Kahve gerek her sohbete
Bedenini sür ateşe
Ağır ağır dön, yan da gel.

 diyorlar.

Kahvenin yanında bazen müzik dinlemek, bazen güzellikleri seyretmek iyi gelir. Biz iki kanatlı kuşlar gibiyiz. Bir yanımız buralı, diğer yanımız ötelere ait. Buralı olan mülk âlemimiz. Ötelere ait olan melekut âlemimiz. Mülk ve melekut iki kavram. “Mülk” varlığın dışını, şeklini; “melekut” varlığın hakikatini, gerçek mahiyetini oluşturur. Yani beden mülkü, ruh melekutu benimser. Sözler mülk âlemimizden, taşıdıkları manalar melekut âlemimizden nasiplenir. Nefis mülk âlemine, ruh melekut âlemine meyillidir. Yücelerde uçmayı seven ruhlar aynı zamanda varlığın sevgisini yoğun yaşarlar. Manevî âlemlere açık gönül, kibri bilmez. Hayalleriyle, düşünceleriyle otağını hep yükseklere kurar, ama hal dünyası bir kum tanesine sığacak kadardır.

Ne yazık ki günümüzün portresini çizen nefsimiz. Onun peşinden giden de zekâmız. Nefis ileriyi görmüyor; şimdiye takılı. Çabuk beziyor. Aceleci, sabırsız. Şımarık, aç gözlü. Ruha fırsat vermiyor, kalbi dinlemiyor. Beden, nefsin tutkularıyla ağır mı ağır. Yaşama dair kaygıları, bilinmeyenin ardında pusuya yatmış vehimleri sırtında bir yük. Bütün bunların altında kalıp ezilmek insanı tüketiyor. Hakikate yol almak kadar zordur kendini, nefsini tanımak. Kendini tanımadan, ne olduğunu anlamadan yola çıkan, çabuk yoruluyor. Hız dikkati dağıtıyor. Bütün bunlardan kurtulabilmek için insanın ruhunu, kalbini, nefsini tanıması gerekiyor. Hele nefsini… Çünkü ancak tanıdıkça ona haddini bildirebiliyor. Nefis haddini bildikçe ruh, kendi gücünü kazanmaya başlıyor. Kazandıkça bedenin ağırlığını atıyor üzerinden. 

“Arayan bulur.” denir. “Ancak kolay değildir; çünkü yollar hayli çetrefillidir.” denir. Onun için yola çıkmayı hiç istemez nefis. Kendini gizler. En korkusuz yolcu, kendini aramak için yola çıkandır. Her gün kaç defa baktığı aynadaki yüzünde başka yüzleri görmek korkutur insanı. 

Bu dünyadaki zayıflığımız, çaresizliğimiz, açlığımız aslında hakikatin kapısını vurabilmemiz için bizi tetikleyen özelliklerimiz. Ne zaman ki azığı “Yol Sahibi” nin istediğine göre hazırlarız, o zaman yolumuzu aydınlatacak şafak doğmaya başlar. Ve uyanırız. Kalbin ve ruhun zevkleri nefsinkine hiç benzemez. Ruhun nabzı yüceler için atar. Çünkü mayası oralıdır. Yüceler sonsuzluğu hatırlatır aynı okyanuslar gibi. Ruh yücelere açılmaktan bıkmaz aynı albatros gibi. 

Kanatları engin denizlere alışık albatrosun bakışları, ufukları delerek geçer. Ne dalgaların sertliği ne sürükleyen fırtına onu yolundan alıkoyabilir. Serçenin huzurlu çevresi, konforlu kafesinde bir kanaryanın, papağının dünyası, ona ölüm gelir. Çünkü albatrosun dünyası fıtratına göredir. Ruhunu bulan kuş, başka uçar. Albatros enginlerde, martılar sahile yakın yerlerde, turnalar kıtalar arası, balıklar bedenlerine denk gelen yerlerde, karınca toprağın altında, nice böcek ağaç kabuğunda hep bu yolculuğa çıkarlar. Biz de böyle bir yolculuğa çıktık. Ancak onlar yolu iyi tanıyorlar, biz sadece akılla düşüne düşüne kalple hissede hissede canımızda yana yan buluyoruz. 

Her kuşun çıktığı yerdir yumurta. Yumurtadan çıkan her yavru uçamasa da yine “kuş” olarak merhaba der dünyaya. Çünkü yaradılış kalemi onu uçacak şekilde çizmiştir. Fıtratındaki her özellik onu uçmaya ehil hale getirmek için verilmiştir. Birdenbire uçamaz. Yavaş yavaş palazlanır1. Palazlanma döneminde koşup sıçrar, düşe kalka uçmaya çalışır. Görenler “Buna ne oluyor? Hasta mı?” demez. “Bu, bir kuştur ve uçmayı öğreniyor ve az sonra uçacak.” der. Eğer sonra uçamazsa sebep farklıdır. Kuş kuştur da uçma yeteneğine bir şeyler olmuştur. Ya kanadı kırılmış ya da uçma imkanının verilmediği bir zemine mahkûm edilmiştir. Belki de bir kümeste tavukların yanında kuş olduğu unutturulmuştur. 

Maalesef çağın insanının başına gelen de bu. Yaradan’ın verdiği nice istidat, onları palazlandıracak zemin bulamadığında yavaş yavaş köreliyor ve kendisinden bekleneni yerine getiremiyor. İşte o zaman yaradılış mucizesi olan “fıtrat”ın boşluğuna toplumun, zamanın, zihniyetin oluşturduğu ikinci bir fıtrat yerleşiyor. 

Çocuğu sıcak, samimi ve dikkat isteyen bir eğitimle doğduğu gibi koruyabilsek, büyüdüğünde zorluk çekmeden kendine yakışanı bulacaktır. Ama biz zor olanı seçiyoruz. Yaradılışındaki meyletme özelliğini unutuyor, önüne örnek alacağı rol modeller sunamıyoruz. Özgürlükle başıboşluğu, yakınlıkla yüzgöz olmayı birbirine karıştırıyor; kalbinin saflığını, masumiyetini, hiç tanımadığı nefsinin aç ellerine bırakıyoruz. Sonra da ergen kişiliğinde oluşan çağın değişik modelleriyle boğuşup duruyoruz. 

Her yumurtadan çıkanı, her kanadı olanı kuş olarak değerlendirmek zarardan başka bir şey getirmez. Tavuğun, horozun, hindinin uçması kanatlarına göredir. Göklerde uçmak ise ancak kuşa vergidir. Küçük Prens de yumurtadan çıkan bir kuştu. Hem de göğe yaraşır kanatları olan bir kuş. Dünyanın zihniyeti ona göğü değil, yerdeki kümesi hazırladı. Pilotun ruhuna kümes dar geldi. Yaşadığı bunalım onu çöle düşürdü. İyi ki düşürdü. Çünkü zorluklara katlanmak, kaktüsün çiçek açması gibidir. Açlığa, susuzluğa ihtiyaç olmasa neden su arayışına çıkılsın? Bunların hepsi bizim yetişmemizi, iyiliğimizi isteyen Mevlâ’nın planladığı bir yolculuk. Yumurtadan kuşun, tohumdan bitkinin, kalıbından ruhun çıkması ve ardından kuşun uçması, bitkinin yeşermesi ve ruhun olgunlaşması için bu yolculuk şart. 

İçinde bir öz varsa, kabuk değer taşır. Zamanla oluşan öz, kabuğun manasıdır. Kim tohuma bakıp da “Bu, bu çiçeğin; şu, şu çiçeğin tohumudur.” diyebilmiş? Her şey elimize verilmiş bir tohum, çekirdek, yumurta. Vakti gelince kabuk çatlar ve suret, manasını dünyaya getirir. O zaman “Bu kestanedir, bu cevizdir, bu ördektir.” deriz. Pilotun çıktığı yolculuk, bulunduğu çöl, taşıdığı çocuk, hepsi birer suretten, kabuktan ibaretti. Hepsinin anlam kazanabilmesi için zaman gerekiyordu. Çünkü pilot da bir kabuktu. Yolculuk ilerledikçe olgunlaşacak, kabuğu çatlayacak ve yaradılış özü ortaya çıkacaktı.

Küçük Prens’in pilotla karşılaşmadan önce dolaştığı gezegenlerde teşhis ettiği tipler, pilotun kendi nefsinde daha önce görmediği yüzleriydi. Ama pilot korkmadı kendindeki bu yüzlerden ve yolculuğunda sebat etti.

Ölüm de özün kabuğundan çıkmasına benzer. Küçük Prens’in ölümü de böyle oldu. Beden kabuğu aynı cevizin kabuğu gibi kırıldı. Ölüm onun hakikat âlemine bir geçişiydi. Cevizin kalitesi iyiyse, dikkatli kırılırsa özüne bir şey olmuyor. Zarar gelmedi özüne. Sadece kabuk dağıldı.

Ruhtaki hasret bizi yola düşürüyor. Kendimizi tanıya tanıya, nefisle mücadele ede ede hakikatin perdelendiği kabuktan sıyrılmaya çalışıyoruz. Varmak istediğimiz yer, içimizdeki İlahî mana âlemini bulduğumuz, o âlemde dirildiğimiz hal. Yaradan dilerse yol boyunca adım adım nefsin tutkularında ölecek, kalbin bereketli topraklarında dirilecek, ruhun kanatlarıyla uçacağız. Tasavvufî tabirle “ölmeden önce ölenler”den olacağız. Bu, kendini idrak eden, bulduğu merkezinde dengeyi sağlayan insanoğlunun kendi iradesiyle gerçekleştirdiği bir hal, “Ölmeden önce ölmek.” Ruhun bu dünyada aynı bedende dirilmesi demek. Aynı kuşun iki kez doğması gibi.

Kuş ilkin anne kuştan yumurta olarak doğar. Bu doğum kuşun dünyaya adım atması anlamına gelmez. Halen bir kabuğun içindedir. Daha zamanı vardır dünyayı görmesine ve uçmasına. Yani yumurta kabuğundan çıkmasına; ikinci doğumuna. Kabuktan çıkamazsa kuş uçamaz. Çünkü o sadece bir yumurtadır. Fıtratını gösterecek mekâna henüz çıkmamıştır. İnsanın da bu dünyadaki maddî bedeni ve nefsi aynı yumurta gibidir. Ruhun uçmasına izin vermez. Kanatlarını açabilmesi için yumurtanın kırılması gerekiyor. O zaman nefsin bağlı olduğu madde âleminde ölerek kabuğumuz kırılıyor. Ruhun sevdalandığı mana âlemine kanatlanabilmek için tekrar doğuyoruz.

İnsanın melekut âlemine geçmesi için İslam’da iki defa doğması lazımdır. İki defa. 

.Nasıl doğar adam iki defa efendim? 

.Kuşlar iki defa doğarlar. Dikkat ederseniz. Yumurtadan ve ondan sonra. İki defa doğan da kanatlı olur. Gökte uçarlar. Değil mi?  

Kuş iki defa doğar. Yumurta, yumurtadan sonra kuluçka. İki defa. İki defa doğan insan da göklerde dolaşır. Kuşlara bakar. Siz de iki defa doğmağa çalışın.  

.Efendim iki defa nasıl doğulur?

.Doğmuşsun da senin haberin yoktur. Anlattığım zaman anlarsın.  

Münir Derman

İnsan olarak değerimiz gayretimiz nispetinde. Gayretin ağırlığı, amacın ne olduğuna bağlı.  Himmetimiz neye ehemmiyet2 verdiğimizle ölçülür. Himmet ilgi, kaygı, manen yönelme demek. Yani kalbimizle, ruhumuzla neye yöneliyorsak, ne için kaygılanıyor; onun derdini çekiyorsak, neyi aklımızdan çıkaramıyor, hep ilgilenmek istiyorsak o, bizim himmetimiz olur. En önemli; ehemmiyetli meselemiz; yani himmetimiz bizim insanlık ölçümüzdür.

Çünkü insanın özelliklerinden biri, uğraştığı veya yöneldiği şeye kendini unutabilecek kadar vermesi. Bu gerçeği görmemezlikten geldiğimizde yanlış adreslerde kaybolma riskini taşıyoruz.

Himmetimiz albatros kuşları gibi olmalı. Ruhu yücelere ulaştırmalı. Yaradan albatrosun bedenine göre kanatlar vermiş ve o kanatlara göre de uçabilmek gayretini lütfetmiş. Lütfedilen kanatlarla kıyılara takılmak, büyük denizlerin kuşuna hiç yakışır mı? Albatros sevgiyi yoğun yaşayan, eşine duyduğu sadakat doruk noktada bir kuş. İhtişamıyla, soğuk mesafelerin yalnız yolcusu olarak hep tek başınadır. Yalnız üreme dönemlerinde karaya iner. Yorulmak nedir bilmez. Fikirleri kolay anlaşılmaz, duyguları çabuk çözülemez, hayalleri, hedefleri garip karşılanan insanlar gibi hep yalnızdır.

Yüksek himmet sahibi nice adamlar var ki hiçbir zaman yaşadıkları mekâna, topluma sığamadılar. Düşünceleriyle sığamadılar, duygularıyla sığamadılar, gayeleriyle sığamadılar. Hem sığamadılar hem tuhaf karşılandılar. Kısacası toplumdan o kadar uzaklaştılar ki kendi öz yurtlarının garibi oldular. Hakkı, hakikati bulma yolunda olanlar, nefislerin hükmettiği yerlerde garip sayıldılar. Şairler kendilerini anlamayanların arasında garipliği yaşadılar. Zahirde gariptiler; ama ruhlarının enginliğinde uçabildikleri için mutluydular. Anlaşılamadılar; ama kendilerini anlayabildikleri için diğerlerinden üstündüler.

Bunları düşünürken anlaşılmaz olmanın, anlaşılamamanın hazin bir tablosu geliyor gözümün önüne: Charles Baudelaire’in albatrosu. 

Bir yolculuk sonrası bindiği gemide görür onu. Gemicilerin boş zamanlarında eğlencesi olan, bağlanan iplerle kendisine eziyet edilen, kanadı kırık, büyük denizlerin kuşu. Baudelaire’e göre şairler de bir albatrostur. Onların gözlerinde çok şey farklı değerlendirilir. Sezgileri kanatlar gibi kuvvetli, görüşleri göklerce engindir. Şiirin hası gönülden yazılır. Ve gönlün gözü kuşbakışı görür. Çoğu şeyi toplumun üstünde hisseder, hissettiklerini alışılmışın üstünde yazarlar. Onun için anlaşılamazlar. Baudelaire de çevresi tarafından anlaşılamaz. Manzara hazindir. Etkilenerek Albatros şiirini kaleme alır.

Sık sık, eğlenmek için, acımasız tayfalar
Yakalar kanadından bu deniz kuşlarını,
Ürkütücü sularda gemileri izleyen
Yolcuların yıllardır dost arkadaşlarını. 

Gökten inen tasasız, bu utangaç krallar
Güvertelerin üstüne kondukları zaman
Geniş kanatlarını sofuca bırakırlar,
Yorgun kürekler gibi, sular üstünde kayan. 

Sen ey kanatlı yolcu, bir zaman ne güzeldin!
Bak gaganı dürtüyor hoyrat tayfanın biri,
Ya öteki, bilir mi bu hale nasıl geldin,
Topallayıp öykünüyor uçtuğun günleri. 

Ozan, ey bulutlardan toprağa sürgün ece,
Oklara göğüs geren, dostu fırtınaların,
Yuhlarlar yeryüzünde, seni de, gündüz gece
Uçmana engel olur, ağır dev kanatların.

Charles Baudelaire / Kötülük Çiçekleri / Albatros

Bu kuşun kanatları ancak sonsuz maviliklere, köpüren dalgalara uygundur. Gemi güvertesindeki görüntüsüne takılan şekilci bakış, kalıp zihniyet, onun gökyüzünde süzülen muhteşem görüntüsünü idrak edemez. Sadece alay etmeyi bilir. Uzunluğu dört metreye varan kanatlarla mahkûm edildiği güverte arasındaki orantısızlık körleşmiş gözlerce görülemez. Ve insana yakışmayan sığlıklar sergilenir. 

Toplumun insana, hele sürüden uzaklaşanlara yönelen bakışları çoğu zaman böylesine acımasızdır. Ruhta taşınan nice zenginlikler görülmez; bedenler yere çalınır. İç güzellikleri fark etmek yerine anlık zayıflıklar, zahiri görüntüler yargılanır. Acımasızlık mı kör eder insanı? Yoksa kör olan mı acımasız davranır? Ne yazık ki bu, hep böyle olmuş. Onun için albatros gibi yalnız ve gariptir gönlüyle, aklıyla farklı olanlar.


1. Palazlanmak: Yavru kuşun büyüyüp irileşmesi çocuğun gelişmesi, maddiyatta işlerin iyiye giderek zenginleşmesi. Palaz: Bala+z. Bala: Eski Anadolu Türkçesi’nde kuş yavrusu anlamında. Türkçe’nin tarihî gelişimi içinde hayvandan insana aktarılmış bir ad. ‘Bala’ Anadolu’da daha çok ‘çocuk’ anlamında kullanılıyor.
2. Himmet: İlgi, kaygı, manen yönelme. Arapça hmm kökünden. Hmm: Merak etme, önemseme, ilgilenme. Ehemmiyet aynı kökten geliyor. Ahamm; Daha önemli, çok önemli.
Paylaşın.

Yazar Hakkında

3 yorum

  1. Elif Hanım,

    Yazılarınız da kelimelerle ifade edemediğim bir ruh, kişiyi özüne sevk eden bir koku var.

    Buram buram kokladıkça daha yok mu dedirten iştah kabartan bir tat var.

    Kaleminizden akanlar yol olsun sonsuzluğa…

    İlminize bereket, gönlünüze gayret dilerim.

    Muhabbet ve hürmetlerimle

  2. Çok güzel bir yazı olmuş emeğinize yüreğinize sağlık. derinden düşündürdü bir çok konuda. Bilgi ile ilerliyoruz sonra bildiklerimizi görünce İnşallah reddetmeyiz. Teşekkürler.

  3. Yazik..Albatros kuşuna eziyet ederlerken ,kusun gozlerindeki hüzünü görur gibi oldum ve asıl caresizlerin alay edenler oldugunu.. Gayret ile vefañın iliskisini dusunmeme sevk etti harika yaziniz,insallah isin icinden cikabilirim.Hic bitmesin diyerek okudugum yazilariniz icin cok tesekkur ederim.

Reply To alaca Cancel Reply